25 Mart 2012 Pazar

BALKAN HARBİNDE LÜLEBURGAZ SAVAŞI

ORHAN SUAT’IN BALKAN SAVAŞI 100 YAŞINDA-1912/2012 KİTABINDAN…
100 yıl öncesinde bugünlerde yaşadığımız Trakya topraklarımızda beklenmedik bir şekilde gelişen ve yenilgimizle biten Türk Savaş tarihinde onulmaz izler bırakan “Balkan Savaşının 100 yılı” nedeniyle yıl içinde değişik etkinliklerin veya anma törenlerinin yapılması beklenmektedir. Benim önerim ekte size özet olarak anlatmaya çalıştığım o günlerde yaşanan ve büyük acılara sebep olan “Kırklareli-Kırkkilise” ve “Lüleburgaz-Lulebergoz” Savaşlarında yaşadığımız bu topraklarda şehit düşen binlerce meçhul askerimizin hatırasına hiç olmazsa tıpkı “Sarıkamış Platformu” olarak her yıl anılan 1914 Birinci Dünya Savaşında Sarıkamış Dağlarında donarak ölen Osmanlı-Türk askerleri ünlü Kalp Cerrahı Prof.Dr. Bingür Sönmez öncülüğünde her yıl Sarıkamış Dağlarında nasıl anılıyorlarsa, örnek alınarak oluşturulacak “Trakya Balkan Savaşı Anma ve Yaşatma Platformu” ile bu savaş günlerinde anma törenleri yapalım ve Vatan savunmasında can veren şehitlerimize dualar edelim ve esas Savaşların yapıldığı bu yerlerde maalesef bugüne kadar yapılmayan daha anlamlı ve güzel tıpkı Edirne’de ki gibi Balkan Savaşı Şehitlikleri Anıtının yapılaması için resmi makamlarımızın başta Valilik sonrada özellikle Kültür ve Turizm Bakanlığımız ile Genel Kurmay Başkanlığımızın dikkatini çekelim.
BÖLÜM-1 BALKAN SAVAŞINDA KIRKLARELİ MUHAREBELERİ(22-23 Ekim 1912)
Bulgar savaş planı da, tıpkı Osmanlı savaş planında olduğu gibi, taarruza dayanıyordu. Bulgar komutanlığı, Osmanlı Ordusunun seferberliğini tamamlayamadığını ve nerelerde toplanmakta olduğunu, doğruya yakın şekilde bilmekteydi. Buna göre Bulgar kuvvetleri, Osmanlı Ordusunun hazırlığını bitirmesine vakit bırakmadan, Doğudaki en güçlü Üçüncü Ordu ile, aşılması zor Istranca Dağları'nı aşarak Türk Doğu kanadını parçalayıp Kırklareli'ni ele geçirecek, bundan sonra diğer iki ordu ile birlikte İstanbul üzerine yürüyecekti. Bulgarlar, Osmanlı Genelkurmayını yanıltmak için de, bundan önceki harplerde yapıldığı gibi, asıl kuvvetleriyle klasik bir yol olan Edirne doğrultusunda taarruz edeceklerini etrafa duyurmaya çalışıyorlardı. Edirne gibi demiryolu ve karayolu kavşak merkezi ele geçirildikten sonradır ki, İstanbul doğrultusunda bir harekata başlanabilirdi. Tarihte bu hep böyle olmuştu? Bulgarların Osmanlılara savaş ilan ettikleri 18 Ekim 1912 günü, yani daha ilk gün, Birinci ve İkinci Bulgar Orduları, bu beklentiyi doğrulayacak şekilde, Edirne doğrultusunda sınırı geçerek ilerlemeye başladılar.
Doğrudan Edirne üzerine yürüyen General İvanof'un İkinci Ordusu, zayıf Türk sınır birliklerini atarak, daha ikinci gün Edirne önüne ulaşmış ve bölgeyi savunan Şükrü Paşa kuvvetlerini Kuzeyden ve Batıdan kuşatmaya başlamıştı. İkinci Ordunun Doğusunda bulunan General Kutinçef'in Birinci Ordusu da, aynı gün 18 Ekim'de sınırı aşmıştı. Ertesi gün, en önde bulunan iki taraf süvari kuvvetleri arasında çarpışmalar başladı. En Kuzeydeki General Dimitriyef'in kuvvetli Üçüncü Ordusu, yığınağını sınırdan epeyi uzaklarda yaptığı ve arızalı Istranca'lar üzerinden ilerlediği için gerilerde kalmıştı. Bölgede yolların az olması nedeniyle, üç tümeni de tek kol halinde arka arkaya yürüyordu. Bu hal, Bulgarların ana kuvvetleriyle Edirne doğrultusunda ilerleyeceklerini düşünenlerin haklı olduğunu göstermekteydi. 20 ve 21 Ekim günleri, ileri hareketlerini sürdüren Birinci ve İkinci Bulgar Ordularıyla Türk kuvvetlerinin süvarileri ve emniyet kuvvetleri arasında önemsiz ufak çarpışmalarla geçti. Türk Doğu Ordusu henüz ileri harekata girişmemişti. Türk Doğu Ordusu daha taarruza geçmeden önce, savaşın ilk günü sınırı aşıp üzerine yürüyen Bulgar ordusu ile karşılaşmış oluyordu. Halbuki, Bulgar Ordusunun seferberliğini tamamlamasına fırsat vermeden taarruz etmek kararında olan Türk Ordusunun hemen harekete geçmesi gerekiyordu. Savaşı, Bulgarlardan iki gün önce 16 Ekim'de başlatan kendisiydi. Kararla icraat hiç de birbirine uymuyordu. Bir yandan vakit geçirmeksizin taarruza karar veriliyor ve buna uygun olarak yığınak ileride yapılıyor; öte yandan da ordu yerinden kımıldamıyordu. İki gün sonra 18 Ekim'de Harp ilan eden Bulgarlar hemen sınırı geçip Osmanlı ordusuna taarruz için ilerliyorlar ve karşına dikiliyorlardı. Bu durum, hükümet ve yüksek komuta kademesindeki tereddütlerin, kesin karara varamayışın, iradesizlik ve perişanlığın acı bir örneğini oluşturuyordu. Türk Doğu Ordusu, daha harbin başlangıcında yenilgiye mahkum edilmişti.
Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa'nın taarruz edilmemesi yolundaki ısrarı, Bulgar Ordusu ilerlerken, yüksek komuta kademesinde hala konuşulmakta, ordu komutanı ile başkomutanlık arasında telgraf haberleşmeleri sürüp durmaktaydı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa'nın taarruza geçilmesi hakkındaki kesin emri 20 Ekim gece geç saatlerde Doğu Ordusu Komutanlığına ulaşabildi. Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa da, istemeye istemeye 21 Ekim akşamı, birliklerine taarruz emrini verdi. Taarruz, 22 Ekim günü başlayacaktı.Türk komuta heyeti üç Bulgar ordusunun da karşısında bulunduğunu ve bu kuvvetlerin Doğu kanadının Kırklareli'ne dayandığını sanıyordu. Bunun için de üç kolorduya, cephelerindeki kuvvetleri ezmek üzere Kuzey'e doğru, Kırklareli bölgesindeki Mahmut Muhtar Paşa Kolordusuna ise Bulgar Ordusunu kuşatacak şekilde Batı doğrultusunda taarruz etmesi emrediliyordu. Edirne'deki Şükrü Paşa Kolordusu da Doğu yönünde taarruzla bu harekata yardımcı olacaktı. Emrin yayınlandığı saatlerde, Bulgar Üçüncü Ordusu'nun Istranca'ları aşarak öncü kuvvetleriyle Kırklareli Kuzeyine ulaştığı, diğer iki tümenin de daha geriden gelmekte olduğu bilinmiyordu. 22 Ekim, yağmurlu ve soğuk bir gündü. Ordu taarruz emrinin küçük birliklere kadar ulaştırılmasında bazı gecikmeler olmuşsa da, sabahın erken saatlerinde Türk Ordusu yine de ileri harekete geçmişti. Böylece, birbirine doğru yürüyen iki ordunun öncüleri, sabahın ilk saatlerinde karşılaştılar ve kısa süre sonra da kanlı bir savaşa tutuştular. O gün, Ahmet Abuk Paşa komutasındaki 4. Kolordu'nun bir tümeni ve Ömer Yaver Paşa'nın 1. Kolordusu'nun iki tümeni ile Bulgar Birinci Ordu birlikleri arasında Kırklareli Batısındaki Gerdelli çevresinde sabahtan başlayıp akşama kadar süren şiddetli çarpışmalar oldu. Bulgarlar biraz geriye çekilerek savunmaya geçtiler. Şevket Turgut Paşa'nın ortadaki 2. Kolordusu, çamurlu yollarda bir hayli ilerlemesine rağmen, o günkü savaşlara yetişememişti. Daha Kuzeyde, Kırklareli bölgesindeki Mahmut Muhtar Paşa da 3. Kolordusu ile, 22 Ekim sabahı erkenden bir tümenle Doğu yanını emniyete alırken, diğer üç tümeniyle karşısındaki Bulgarları kuşatıcı şekilde taarruza başlamıştı. İlerleyen kuvvetler Bulgar Üçüncü Ordusu'nun ileri kısımlarıyla karşılaşmışlardı. İki taraf arasında Kırklareli yakınında, Petra çevresinde şiddetli bir çarpışma başladı. Bu sırada Afyon Redif Tümeni'nde çözülme ve çekilme belirtileri görüldüyse de, diğer Nizamiye tümenlerinin yardımıyla herhangi bir panik önlendi. Burada da iki taraf arasında akşama kadar süren çarpışmalar sonunda bir sonuç alınamadı ve taraflar savunmaya geçtiler. Edirne'deki Şükrü Paşa'nın üç tümenle katıldığı taarruz ise, Bulgar İkinci Ordusu ve Birinci Ordusunun bir kısım kuvvetlerine çarparak durmuştu. İki tarafın asıl kuvvetleri arasındaki gerçek savaş, dördüncü gün olan 22 Ekim 1912'de başlamıştı. Türk taarruzu başarılı olamamış, fakat serbestçe ilerleyen kendisinden üstün Bulgar kuvvetlerini durdurmuştu.
Aynı günün akşamı, yani 22 Ekimi 23 Ekime bağlayan gece bu durumun, Gevgili bölgesinde Bulgarların bir gece baskını ile Türklerin aleyhine dönebileceği hiç kimsenin aklına gelmezdi. Türk birliklerinde iyi bütünleme yapılamadığı için açlık çekildiği, iyi giydirilmemiş askerin yağmur altında ve çamur içinde uzun yürüyüşlerle yorgun düştüğü, moralinin ise pek yerinde olmadığı biliniyordu ama, böyle küçük çapta bir gece taarruzu ile cephenin sarsılabileceği hiç beklenmiyordu. Bulgar Birinci Ordusu'na bağlı 1. Tümen, 22 Ekim gecesi, iki tarafın ateş kesip savunmaya geçmesinden sonra geriden getirdiği taze kuvvetlerle bir gece taarruzuna karar vermişti. Bu baskın, bütün gün sabahtan akşama kadar süren zorlu bir savaştan sonra, hele böyle soğuk ve çamurlu bir gecede bir düşman taarruzunu aklını ucundan geçirmeyen 4. Kolorduya bağlı İzmit Redif Tümeni askerlerini şaşkına çevirmişti. Üstelik Bulgarlar, kuvvetli projektörlerle Türk mevzilerini gündüz gibi aydınlatmışlar, "Na Noce" (süngüyle) naralarıyla dalgalar halinde saldırıya geçmişlerdi. Neye uğradığını şaşıran eğitimsiz Türk askerleri paniğe kapılmıştı. Gecenin zifiri karanlığında, "Düşman geliyor", "Basıldık" yaygaraları arasında uzaktaki birlikler de ayağa kalkmıştı. O gece ve ertesi sabah şaşkınlık ve panik, bir kısım askerin karanlıktan da yararlanarak kaçmasına neden olmuştu. Ertesi gün, 23 Ekim'de Dimitriyef'in Üçüncü Ordusu'nun taarruzuna uğrayan Türk 3. Kolordusu da sarsıldı. Çünkü, bütün Bulgar kuvvetlerinin cephede bulunduğunu sanan Kolordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa, hiç beklemediği bir zamanda yan tarafından kuvvetli bir taarruza uğramıştı. Üstelik bu gelenler, Istranca dağlık ve ormanlıklarının yol vermez kesimlerini, yani hiç beklenmeyen yerleri aşıp gelmişlerdi. Doğrusu, bu tam bir baskındı. Mahmut Muhtar Paşa hem böyle büyük bir kuvvet beklemiyordu, hem de böyle bir doğrultudan beklemiyordu. O gün, 23 Ekim sabahı, doğa koşulları da, Bulgarlardan yana idi. Hava çok soğuk ve yağmurluydu. Üstelik sis de görüşü büyük ölçüde güçleştirmekteydi. Sabahın erken saatinde Batı doğrultusunda taarruz için çamurlara bata çıka ilerlemeye başlayan 3. Kolordu, tam bu sırada sağ yanından gelen General Dimitriyef'in Üçüncü Ordusu'nun taarruzuna uğradı. Öncü birlikler arasında savaşın başladığı sıralarda Afyon Redif Tümeni askerlerinin birden yüz geri ettiği görüldü. Asker paniğe kapılmış ve kaçmaya başlamıştı. Bu, 3. Kolordunun geride bulunan diğer Nizamiye tümenlerine de etki yaptı. Şimdi, Kırklareli'ne doğru düzensiz bir çekilme başlamıştı. 7. Nizamiye Tümeni'nin direnişi, bu çözülüşü durdurmaya yetmedi. Asker, hiç kimseyi dinlemiyor, arkasını düşmana dönmüş şuursuzca kaçıyordu. İki gündür düşmana doğru ilerleyen askerin, şimdi daha ilk çarpışmada paniğe kapılıp bozgun halinde kaçması, komutanları da şaşkınlık içinde bırakmıştı. Mahmut Muhtar Paşa'nın karargahında görevli Alman Binbaşı Hochwaechter, anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır:
"23 Ekim sabahı saat 07.00'de, yakından tüfek sesleri duyduk. Atlara binerek 600 metre kadar ilerlemiştik ki, koşa koşa çığlıklar atarak bize doğru gelen Redif grupları gördük. Durum hakkında bir fikir edininceye kadar birkaç dakika geçti. Sonra Mahmut Muhtar Paşa'nın kılıcını çekerek kaçan Rediflere acımasızca vurduğunu gördük. Biz de onun örneğine uyduk, tabancalarla kaçanlara ateş etmeye başladık. Böylece, o karmakarışık insan kütlesinden birkaç grup düzenlemeyi başardık. Erler kötü hava ve açlıktan perişan, bitik, kıyafetleri berbat, hemen hemen yalınayaktılar. Yeteneksiz subaylara teslim edilmiş bu talihsizler, taarruzun ilk anlarında düzensiz ve hesapsız ateşle bütün mermilerini harcayıp bitirmişlerdi. Her tarafta köyler yanıyor. Bütün cephede toplar gürlüyor. Bahtsız yaralıların durumu yürekler acısı. Hepsi ıslanmış, ya da donmuş. İleri kanatlarda hiçbir sağlık servisi yok. Yaraları yıkamak için su bile yok."
Uzun süre ordudan uzak kalmış, eğitimi unutmuş Redif (Yedek) askerlerden kurulu tümenlerin, savaşın daha ilk günlerinde birinci hatta cepheye sürülmeleri hiç de iyi olmamış, bütün ordunun bozulmasına sebep olmuşlardı. Bir gece baskınında veya üstün bir düşman taarruzu karşısında bozguna uğruyorlar ve üstelik bunu diğer kuvvetlere de bulaştırıyorlardı. Üçüncü Kolordu'daki durum, ordu komutanlığı öğleye doğru ulaştı. 4. Kolordu'da, bir gece önceki baskın nedeniyle sarsıntı sürmekteydi. 1. Kolordu'dan da iyi haberler gelmiyordu. Gerek Ordu Komutanı Abdullah Paşa'nın kolordularıyla, gerekse kolorduların birbirleriyle zamanında ve güvenli haberleşme olanakları da yoktu. Telefonlar doğru dürüst çalışmıyor, telli irtibatlar zamanında sağlanamıyor, telgraf haberleşmesi arıza yüzünden kesiksiz yapılamıyordu. Ordu karargahındaki istihbarat eksikliğine bir de bilinmezliğin, durumu tam kavrayamamanın şaşkınlığı eklenmişti. Yapılacak pek bir şey yoktu. Gerek diğer kolorduların durumu, gerekse 3. Kolordunun şimdiki çözülüşü karşısında, elindeki kuvvetleri bir imha tehlikesinden korumak için Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa, 23 Ekim günü öğleden sonra saat 13.30'da gerideki Lüleburgaz mevziine çekilme emri verdi. Halbuki şu iki günde iki taraf arasında ciddi sayılacak büyük bir çarpışma da olmamıştı. Ne Bulgar Ordusu önemli bir taarruza geçmiş, ne cephe yarılmış, ne de tehlikeli bir kuşatılma ile karşı karşıya kalınmıştı. Hatta kuvvetlerin tümü de savaşa sürülememişti. Bütün bunlara rağmen Türk Ordusunda, kendiliğinden bir çekilme ve daha da kötüsü bir dağılma ve çözülme başlamıştı.Ordunun bütün birliklerini, bir an önce kendini gerideki mevziye atmak, düşman gelmeden önce çekilebilmek telaşı sarmıştı. Trakya'nın o yağmurlu, o soğuk sonbahar gününde çamurlarla boğuşarak canını kurtarma savaşı verilmekteydi. Fakat bu "çekilme" kısa sürede "kaçmaya" dönüştü. Düzen ve emri komuta kısa zamanda kayboldu. Subayların ve komutanların otoriteyi sağlamak girişimleri sonuç vermiyor, herkes bir an önce canını düşman uzağına atmaya bakıyordu. Disiplin diye bir şey kalmamıştı. Birlikler birbirine karışmış, kimse ne yaptığını bilmez olmuştu. O karışıklıkta toplar, ağır araç ve gereçler geride bırakılıyor, paniğe kapılmış kimi asker elindeki tüfeği de atarak kaçmaya çalışıyordu. Bu yağmur ve çamur içinde düşmana terk edilen silah ve cephanenin haddi hesabı yoktu. Çekilme akşamı yanındaki birkaç kişiyle Kırklareli'ne ulaşan Alman Binbaşı Hochwaechter, o günü şu sözlerle anlatır:
"Dehşet verici bir andı. Bütün cepheden kaçanlar korkunç haykırmalarla, tasavvur edilemeyecek bir karışıklık içinde Kırklareli'ne saldırdılar. Bu kaçış, müthiş bir sağanak altında oluyordu. Osmanlı Ordusu'nun bütün yükleri, cephanesi ve yiyeceği mahvolmuştu. Toplar, arabalar batağa saplanmış. Kaçanlar atları çözüp götürmüşler. Nereye gitsek kaçaklara rastlıyoruz. Hıristiyan halk, evlerinden subaylara ateş ediyor. Gürültü ve kargaşalık anlatılır gibi değil. Kırklareli istasyonu, korkunç olaylara sahne olmuştur. Halk kaçmış, karılarını, çocuklarını, değerli eşyalarını manda veya öküz arabalarına yükleyip uzun kafileler halinde Tekirdağ'a doğru yola düşmüşler. Köyler yanıyor. Çamurlar içinde yalınayak koşan yarı çıplak çocuklar, kadınlar görüyoruz."
Binbaşı Hochwaechter Kırklareli'nden hareket eden trene zorla binebildiğini, fakat bu trenin de Babaeski'ye kadar gidebildiğini, çünkü istasyondaki demiryolu personelinin görevlerini bırakıp kaçtıklarını, trenlerin ters yönden gelerek tek hattı kullanılmaz hale soktuklarını anlatır. "Hat üzerinde kurulan depolar talan edilmiş, tek ekmek bile yok, erzak yok." diye devam eder. Olayları yerinde izleyen Fransız gazeteci Stephan Lausanne ise felaket anlarını için şunları yazmaktadır:
“Mahmut Muhtar Paşa'nın emir subayları bile artık kaçmak gerektiğine kanaat getirerek karargahı terk ettiler. Bütün resmi evrakı, dosyaları, haritaları, planları, hatta komutanlığın şifreli yazışmalarını ortada bıraktılar. Emir subaylarından biri o şaşkınlıkta götürecek şey bulamadı, Muhtar Paşa'nın bisküvi kutusunu aldı sadece. Bu trajedinin tek komik tarafı olan bu şuursuz hareket işe yaradı, çünkü sonraki üç gün Muhtar Paşa, fırtınadan kurtarılan bisküvilerden başka yiyecek bulamayacaktı.”
Kurmay heyetinin bir kısmı da telaşla istasyona koşmuştu. Bir tren hareket etmek üzereydi. Makiniste, orada mevcut subayları takviye kuvveti getirebilmeleri için, derhal Pınarhisar'a götürmesini emrettiler. Fakat istasyon şefi çıkageldi ve haykırdı: Durun, yola çıkmayın, hat üzerinde bu tarafa gelen bir tren var! Dinlemediler, istasyon şefini itip kaktılar, makinisti yola çıkmaya zorladılar. Üç kilometre ileride çarpışma meydana geldi. İki lokomotif raydan çıktı. Onları hatta yerleştirmek imkanı yoktu. Topları, mermi sandıklarını trenden indirdiler. Nereye götüreceklerini, hangi tarafa taşıyacaklarını şaşırmışlardı. Ne ileri gidebiliyor, ne de geri dönebiliyorlardı. Orada çamur içinde, hendeklerde, rasgele bıraktılar hepsini. O dehşet gecesi 15.000 kişi Babaeski'ye, Tekirdağ'a kadar kaçtı. Demiryolu boyunca cesetler bulundu daha sonra. Kaçanlar, o panik içerisinde, birbirlerini vurmuşlardı. Bir mısır ekmeğine karşılık tüfeklerini satıyorlardı. Gerçekten de bu bir çekiliş değil, emir komuta dinlemez yığınların, Doğu'ya doğru bir sürü halinde, karmakarışık ve birbirlerini çiğneyerek doludizgin kaçışıydı.
Cepheden kaçan askerlerle birlikte, Balkanlardan çekilen Türk göçmenlerinin sefaletine yakından tanık olmuş yerli Türkler de telaşla göçe koyulmuşlardı. Çamur ve yağmurda sivil-asker birbirine karışmış, bu da benzeri az görülen bu bozguna daha da acıklı bir görünüm vermişti. Bu kalabalık arasında kendisini Babaeski'de bulan Binbaşı Hochwaechter, o gün gördüklerini şöyle anlatmaktadır:
"İstasyonda korkunç bir hava esiyor. Yerli halkın hepsi kaçmış. Kadın ve çocuklar manda arabalarıyla uzun kollar halinde demiryolu boyunca ya da kestirmede Tekirdağ'a gidiyorlar. Köyleri yanmış, yersiz yurtsuz günlerce oradan oraya dolaşıyorlar. Karışıklık gittikçe artıyor, manzara tam sefalet ve perişanlık. Çocuklar yarı çıplak, kadınlar çamurda çıplak ayak."
Askerlerin ve yerli halkın doğuya doğru kaçışı, Bulgarlar tarafından geç haber alındı. Çünkü, o yağmur, çamur, sis gibi kötü hava koşullarında hem Türk Ordusunun hareketlerini net olarak göremiyorlar, hem de tarih boyunca çok iyi dövüştüklerini bildikleri dünkü yöneticilerinin daha esaslı bir savaş bile yapmadan, hem de toptan çekilebileceklerine hiç ihtimal vermiyorlardı. Tahkimli bir kent olduğunu sandıkları ve ele geçirebilmek için koca bir ordu ile zorlu, yol vermez Istranca dağlarını geçmeye katlandıkları Kırklareli'nin (Kırkkilise) savaş ilanının daha altıncı gününde, zahmetsizce ellerine geçeceğini rüyalarında görseler inanmazlardı. Çarpışmanın üçüncü günü, 24 Ekimde, hala bir Türk taarruzu olasılığını dikkate alarak bekliyordu Bulgarlar. Türk tarafında hiçbir hareket göremeyince, keşif kolları çıkarıp ileriye sürdüler. Bir Bulgar keşif kolu, hiç bir direnişe rastlamadan Kırklareli'ne kadar yürüyüp Türklerin bir gece evvel terk ettiği kentte yerli Hıristiyan halkın coşkun gösterileriyle ve kadınların sunduğu çiçeklerle karşılaştığında durum anlaşıldı. Ama Bulgar komutanlığı hala şaşkındı ve hala kuşkusunu yenememişti. ‘Eko de Paris’ gazetesi muhabiri Marki de Sigonyak, gazetesine gönderdiği haberde şunları yazıyordu:
"Bulgar askeri halden, kudretten düşmüştü. Karanlık yoğun, soğuk, müthişti. Süvari tümeni, Kırklareli-Lüleburgaz yolunu kesmek ve Lüleburgaz-Çorlu arasında bulunmak emrini almıştı. Ama düşmanı takip etmek mümkün değildi: Temas kaybolmuştu. Ateş yakılmıyordu. Ve Bulgar askeri, başarısını ancak ertesi gün anlayabildi."
Evet, bir yabancının dediği gibi "Türk piyadesinin kaçışı, Bulgar süvarisinin ilerleyişinden daha hızlı" idi. İki gün sonra, 26 Ekimden itibaren Birinci ve Üçüncü Bulgar Ordularının askerleri, yağmur altında çamurlara bata çıka Doğu yönünde ilerlemeye başladılar. Yorgun Bulgar askeri, Türklerin acele ile çekildiklerinde terk ettikleri top, silah, araç ve gereçlerle dolu yollardan ilerlerken, bir zafer kazandığının farkına varıyor, attığı her adımla biraz daha moral kazanıyordu. Karşılarında; askersiz ve halksız (kaçamayan Türk halkı birer dam altına sığınmış veya dağlara çekilmişti) bomboş bir alan vardı. Yağmur ve çamur deryasında yapılan ve nasıl yapıldığı da pek anlaşılmayan bir-iki günlük kısa çarpışmadan sonra koca Türk Ordusuna ne olmuştu böyle? Önlerindeki sessizlik, Bulgar askerlerine korku vermekteydi. İki düşman ordu, birbirini kaybetmişti. Kırklareli Savaşı haberi, dış dünyada büyük bir şaşkınlık yarattı. Avrupa başkentlerinde ilgililer kulaklarına inanamıyorlardı: Türk Ordusu bu kadar kısa zamanda bu denli büyük bir yenilgiye nasıl uğrayabilirdi? Üstelik ordu sadece yenilmemiş, panik halinde kaçmıştı. Haberler karşısında en çok şaşıran, Bulgar kamuoyu olmuştu: Acaba duydukları doğru muydu? Peş peşe gelen haberler olayı doğruladıkça halkın sevinci çılgınlığa dönüştü. İstanbul'daki hükümet ve yetkililer şaşkınlık ve acı içindeydiler. Olanlara bir türlü inanmak istemiyorlardı. Savaşın ilanının üzerinden bir hafta bile geçmeden Bulgarlar sınırları aşıp Türk ordusunu bozguna uğratmış ve İstanbul'a doğru ilerlemeye başlamışlardı! Nasıl işti bu, koca orduya böyle ne olmuştu? Paris Matin gazetesinin muhabiri Stephane Lausanne şöyle yazıyordu İstanbul'daki atmosferi:
"O akşam Dışişleri Bakanı Noradunkyan'ın evinde yemeğe davetliydim. Yüzü sapsarıydı, şaşkınlık içindeydi. Kısık bir sesle dedi ki: Tarihimizde örneği bulunmayan bir şey cereyan etti. Askerlerimiz Kırklareli'ni terk etmişler. Yenilmemişler, paniğe kapılmışlar. Sonra ekledi: Bulgar ve Rum asıllı çok asker var saflarımızda. Subaylarımızın sayısı da az. Sonra, biraz fazla gömülmüşlerdir siyasete..."
Çok geçmeden durumu öğrenen İstanbul halkı da iyice şaşırmıştı. Daha düne kadar bir eyaleti olan küçük Bulgaristan'ın küçük ordusunun koca Osmanlı ordusunu birkaç gün içinde önüne katıp kovalamasına bir türlü akıl erdirememişti. Ta ki, birkaç gün sonra akın akın İstanbul sokaklarını doldurmaya başlayan perişan Rumelili göçmenleri gözleriyle görene kadar.Ama gerçek olan Rumeli çökmüş 500 yıllık Ata yurdundan kaçan göçen muhacirler 93 harbinden sonra bir kez daha yollara düşüp Anayurtları olan Anadolu’ya doğru yollarda perişan olarak göç ediyorlardı. Osmanlının yaşadığı en büyük felaketlerden birisi olan Balkan Savaşı bu nedenle kalplerde büyük bir yara olarak kalacaktı.


Balkan Savaşının 100.Yılında LÜLEBURGAZ MUHAREBESİ (28 Ekim - 2 Kasım 1912)
Türk Doğu Ordusu'nun bu müthiş kaçıştan iki gün sonra 25 Ekimde Lüleburgaz hattında durması, gerçekten bir başarıydı. Asker sersemlemişti, yorgun, aç ve çıplaktı ve çamurlara bulanmıştı, soğuktan donuyordu ama yine de oradan oraya koşan komutanlarının emrine uymuş ve durmuştu. Kuşkusuz bunda, Bulgar ordusunun onun peşinden gelmeyişinin büyük rolü vardı.Suç, erlerde ve küçük komuta kademelerinde değil, yüksek komuta kademelerindeydi. Seferberlikte geç kalmalardan, taarruz konusundaki tereddütlerden, düşman kuvvetini ve düzenini bilmeden, ordu komutanı Abdullah Paşa'nın savunma isteğini geri çevirip taarruz emreden onlardı. Ordunun yorgun argın Lüleburgaz hattına çekildiği sıralarda, Ordu Komutanı Abdullah Paşa, yine tereddüt ve kararsızlıklar içindeydi. Soğukkanlılığını yitirmişti. Orduyu daha geriye, Çorlu hattına çekmeyi, hatta, savaşa son verilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu düşüncelerini Başkomutanlığa veya Başbakanlığa yazacağına, aynı zamanda Bahriye Nazırı (Deniz Bakanı) olan emrindeki 3. Kolordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa'ya aşağıdaki telgrafı çekti:
"Bu askerle savaşmak mümkün değildir. Sorunun politika yoluyla çaresi bulunmalıdır. Kabinenin üyesi olduğunuz için hükümette girişimde bulununuz."
İstanbul'da gerek hükümet, gerek başkomutanlık Kırklareli yenilgisinin ve o büyük paniğin şaşkınlığını üzerlerinden atamamışlardı. Başbakan Gazi Muhtar Paşa, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Nazım Paşa'nın cepheye giderek durumu yakından takip etmesini istiyordu. Nazım Paşa, ordunun Lüleburgaz hattına çekildiği 26 Ekim günü cepheye hareket etti.Başından sonuna kadar Balkan Savaşı içinde bulunan Kurmay Yüzbaşı Nihat, bu olay için şunları yazmaktadır: "Başkumandan Vekili Nazım Paşa'nın ağzı ile, seferberliğin ilk günlerinde Sofya'ya bilet isteniyordu! Fakat ilk darbe ona çok ağır geldi. Ordusunu tanımayan başkumandan vekili, hemen orduya giderek bir kaç gün içinde işi düzeltmek ve sonra İstanbul'a dönmek kararı verdi. Niyeti Çorlu'ya kadar gitmekti. 25 Ekimde trenle hareket etti. Fakat daha ilk istasyonda karşılaşılan yaralı ve göçmen trenleri, moralini birdenbire sarstı. O sırada genel karargah da, orduyu Çatalca hattında toplamaktan başka çare yoktur kanısına varmıştı. Sinekli istasyonunda karşılaşılan bir trende, ta Kırklareli'nden Çorlu'ya atla dörtnal kaçan, ordusunu, tümenini bırakan ve İstanbul'un yolunu tutan bir tümen kumandanı görüldü. O da durumu büsbütün ümitsiz gösterdi. Başkumandanın verdiği emre göre Lüleburgaz'da olması lazım gelirken, kendiliğinden Çorlu'ya nakletmiş bulunan Doğu Ordusu Kumandanlığı karargahı ile makine başında yapılan konuşma, başkumandanın Çerkezköyü'nden ileri geçmesini önledi. Burada başkumandan Ergene Suyu gerisine çekilme emrini verdi. Bu emir zaten ve kendiliklerinden Lüleburgaz'a yığılmış olan 1., 2., ve 4. Kolordu kumandanlarına bildirildi. Ama iş öyle gitti ki, bunlar başkumandan vekilinin emrine uyacak yerde, başkumandan vekili onlara uydu. Lüleburgaz'da muharebenin kabulü cihetine gidildi. Halbuki bu büyük hata idi. Ama ne var ki, artık ok yaydan çıkmıştı. Düşmanla ise temas kaybolmuştu. "Abdullah Paşa Çorlu hattına çekilmekte diretiyordu. Başkumandanlıkla ordu komutanlığı arasında savaşın başındaki "Taarruz edelim-Etmeyelim" tartışmaları gibi şimdi de "Lüleburgaz hattında duralım - Çorlu hattına çekilelim" tartışması başlamıştı. Bu çekişmede kolordu komutanları da Başkomutan Vekili Nazım Paşa gibi Lüleburgaz hattında savunmak fikrinde olduklarından, Abdullah Paşa yalnız kalmıştı. Bunun üzerine, Paşa istifasını verdi. Abdullah Paşa'nın istifasını kabul etmeyen Başkomutan Vekili Nazım Paşa, 27 Ekim günü, Lüleburgaz hattının savunulması hakkındaki kesin emrini verdi. Bu arada çok değerli günler boşuna ve tereddütler içinde geçirilmişti. Daha Kırklareli hattından çekilirken, 23 Ekimde bu karara varılmış olsaydı, geçen beş günde çok iş yapılabilirdi, birlikler düzenlenir, mevziler hazırlanabilir ve bir türlü iyi çalışmayan bütünleme hizmeti düzene konabilirdi. Üstelik aynı günlerde, seferberliklerini tamamlayan diğer üç kolordu (16., 17., 18. Kolordular) kısım kısım Trakya'ya geçmişler, Doğu Ordusu'nun gerisine yanaşmaya başlamışlardı. Bunlar da görev yerlerine sevk edilebilirlerdi. Bütün bu hazırlıklarda geç kalınmış, zaten morali bozuk ordu., ancak 28 Ekim gününden itibaren savunma için düzenlenmeye koyulmuştu.
O günlerde Bulgar Ordusu da ilk kuşkularını gidermiş, Türk Ordusunun yerini öğrenmek için keşif harekatını arttırmıştı. General Nazlimof komutasındaki Bulgar süvari tümeni Edirne-İstanbul şosesi boyunca ilerleyerek 25 Ekimde Babaeski'ye hiç bir direnişle karşılaşmaksızın, girmişti. Ertesi gün Salih Paşa komutasındaki Türk süvari tümeniyle Bulgar süvarileri arasında Lüleburgaz Batısında çarpışmalar başladı. Süvarilerinin arkasından 26 Ekimde ileri harekete geçen Bulgar piyade tümenleri, üç günlük bir yürüyüşten sonra, ancak 28 Ekim günü Lüleburgaz mevzii ile karşı karşıya geldiler. 28 Ekim 1912 günü, Kırklareli savaşından beş gün sonra mevziin Güney Kanadında süvari savaşları ve ortada Karaağaç bölgesinde Şevket Turgut Paşa'nın 2. Kolordusunun bazı piyade kuvvetleriyle Bulgar piyadeleri arasında önemsiz bazı çarpışmalar oldu. İstifası kabul edilmediğinden Çorlu'dan cepheye gelen Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa, cephedeki, 1., 2., 4., Kolorduların bir ordu halinde toplanıp 4. Kolordu Komutanı Ahmet Abuk Paşa emrine verilmiş olduğunu gördü. Komutayı tekrar eline aldı. Abdullah Paşa, Vize'deki 3. Kolordu ile Vize bölgesini savunmayı, geriden gelmekte olan 17. Redif Kolordusunu da ihtiyatında tutmayı planlıyordu. Halbuki Başkomutan Vekili Nazım Paşa, 3. Kolordu ve arkadan yetişen 17. ve 18. Redif Kolordularını Kuzeyde toplayarak İkinci Ordu adıyla yeni bir ordu kurmuş ve komutanlığına da 18. Redif Kolordusu Komutanı Hamdi Paşa'yı getirmişti.
Abdullah Paşa'nın, kendi elinden Mahmut Muhtar Paşa komutasındaki 3. Kolordunun alınıp, diğer iki Redif Kolordusunun katılmasıyla kurulan böyle bir ordudan da haberi yoktu. Üstelik bu İkinci Ordu'nun Başkomutan Vekilinden aldığı emir, savunma değil, Pınarhisar doğrultusunda taarruz ederek Bulgar ordusunu geriye atmaktı. Bir iki gün önce bıraktığı (Edirne ve Kırcaali kolordularını saymazsak) cephedeki dört kolordu Doğu Ordu'su, şimdi altı kolordulu bir ordu olmuştu ve bir ordu kendi komutasından çıkmıştı. Haberleşme olanakları ve zaman o kadar kıttı ki, Abdullah Paşa ne bu durumu değiştirmek için girişime vakit bulabildi, ne de bunu duyuracak haberleşme aracı. Zaten hiç bir şey için zaman kalmamıştı. 28 Ekim günü cepheye yanaşmasını tamamlayan Bulgarlar, ertesi günü 29 Ekimde, Kuzeyde General Dimitriyef'in Üçüncü Ordusu, Güneyde General Kutinçef'in Birinci Ordusu taarruza geçmişlerdi. Savaşlar Karaağaç kesiminde 2. Türk Kolordusu ve Güneyde Lüleburgaz civarında 4. Türk Kolordusu bölgesinde şiddetli oldu. Karaağaç'ı ele geçiren Bulgarlar zorlukla durdurulabildi. 4. Kolordu ise Lüleburgaz'ı elinde tutmakta güçlük çekiyordu. Türk ve Bulgar süvari tümenlerinin de katıldığı taarruz ve karşı taarruzlarla geçen savaş, iki tarafta da ağır kayıplara neden olmuştu. Kuzeyde yeni kurulan Hamdi Paşa'nın İkinci Ordusu ise, önde Mahmut Muhtar Paşa'nın 3. Kolordusu olmak üzere Pınarhisar doğrultusunda taarruza başlamış ve karşısındaki Dimitrief kuvvetlerini geriye atmıştı. Bu cephede de iki taraf, akşama kadar kıyasıya vuruştu. Cephenin Güneyinde Bulgar Ordusu, Kuzeyinde Türk Ordusu taarruz halindeydi. Güneyde Türk Ordusu, Kuzeyde de Bulgar Ordusu zor durumdaydı. Kuzey ve Güneyde, tüm cephedeki bu kanlı boğuşma, sağanak halinde yağan bir yağmur altında akşam karanlığına kadar sürdü. İki taraf askerleri de, kötü hava koşullarındaki bu zorlu çarpışmada yorgunluktan bitap hale gelmişlerdi. Fakat dikkati çeken taraf, dört beş gün önce Kırklareli cephesinde feci bir bozguna uğrayan ordunun şimdi dayanıyor ve savaşıyor olmasıydı. Ertesi gün 30 Ekimde savaş, sabahın erken saatlerinde yine aynı tertiple başladı. Yani Kuzeyde Türkler, Güneyde Bulgarlar taarruzlarına devam ettiler. Güneyde Lüleburgaz bölgesinde Ahmet Abuk Paşa'nın 4. Kolordusu biraz geri çekilmesine rağmen savunmada yine de güçlük çekiyordu. Düşman süvarisi mevzii kuşatmaya çalışmaktaydı. Lüleburgaz, Bulgarların eline geçmişti. Ortada Şevket Turgut Paşa'nın 2. Kolordusunun Karaağaç'taki mevzileri de yarılmak üzereydi. Nitekim az sonra Uşak Redif Tümeni, bozgun halinde çekilmeye başladı.Toplarının çoğunu Kırklareli çekilmesinde kaybeden 1. Kolordu da güç durumdaydı. Kolordu Komutanı Ömer Yaver Paşa, savunmayı sürdüremeyeceğini bildiriyordu. Kırklareli zaferiyle moral kazanan Bulgar askerinin şimdi daha atak ve daha cesur olduğu gözlenmekteydi.Emrindeki üç kolordunun da tutunamadığını gören Birinci Ordu Komutanı Abdullah Paşa, Kuzeyde İkinci Ordunun Pınarhisar taarruzu hakkında da bir türlü doğru bir haber alamıyordu. Öğleden sonra saat 15.40 sıralarında 4. Kolordunun gerilemeye başladığı ve savunma düzeninin kaybolduğu haberi de gelince çekilmeden başka bir çare kalmamıştı.
Abdullah Paşa, Kırklareli'nden sonra ikinci defa 30 Ekim 1912 gecesi saat 23.00'de yine "çekilme" emrini verdi. Her üç kolordu, gerideki Soğucak Deresi Doğusuna çekileceklerdi. Halbuki Kuzeydeki Hamdi Paşa Ordusu, önde Ahmet Muhtar Paşa'nın 3. Kolordusu, arkasında Çürüksulu Mahmut Paşa'nın 17. Redif Kolordusu Pınarhisar yakınlarına kadar ilerlemişlerdi. 18. Redif Kolordusu da Vize bölgesine ulaşmıştı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa, Birinci Ordu Komutanı Abdullah Paşa'nın çekilme kararını hayret ve hiddetle karşılamıştı: "Hamdi Paşa'nın İkinci Ordusu ilerlerken Birinci Ordu'nun çekilmesini kesinlikle kabul etmem" diyordu. Gerçekten de Bulgar Başkomutan Vekili General Savof, Pınarhisar kesiminde başlayan Türk taarruzu karşısında tereddüde düşmüştü. Bu durumda, ertesi günü güneydeki başarılı taarruzunu durdurmak ve savunmaya geçerek geriden gelecek takviye birliklerini beklemek niyetindeydi. Ama, Güneydeki Abdullah Paşa kuvvetlerinin çekilmeye başlaması durumu değiştirmişti. Artık, Türkler Kuzeyde ilerliyor diye Güneydeki başarılı taarruzunu durdurmak için sebep kalmamış, tehlike atlatılmıştı. Eğer Türkler Kuzeyde ilerlemeye devam ederlerse kendileri bilirdi. Çünkü bu sefer onları kuşatmak için bulunmaz bir fırsat doğardı. Bu arada Abdullah Paşa'nın Güneydeki üç kolordusunun, yani Birinci Ordu'nun 30/31 Ekim gecesi çekilmesi, kör karanlıkta yine büyük bir karışıklık içinde başlamıştı. Bu geriye gidiş, kısa bir süre sonra bir kaçma, bir dağılma şeklini almış; panik havası yine birlikleri sarmıştı. Bir hafta önceki feci olaylar, bir kez daha yaşanıyordu. Herkes canını kurtarmak telaşına kapılmış; düzen, emir komuta, disiplin tamamen kaybolmuştu... Balkan Savaşı'na katılan Kurmay Yarbay Hafız Hakkı Bey (Paşa), sav
), savaştan hemen sonra yazdığı "Bozgun" adlı kitabında, askerin neden bozguna kapıldığı konusunu şöyle anlatır: "Umulmadık bir vaziyette, umulmadık bir zamanda bozgunluk olur. Harpte asabı sarsan binlerce durum vardır. Bozgunluk; açlık, susuzluk, ölümün her gün görülen binlerce çeşitleri, yaralıların perişan hali en sağlam yürekli, demir sinirli insanları bile sarsar. Tehlike anlarında insanlar kara habere kolay inanır. Harpte insan maddiyattan uzaklaşır. Fazla hayalperest olur. Yalan bir kaç söz, en sağlam bir askerde yılgınlık ve ürkeklik duyguları uyandırır. Arkadan işitilen bir kaç silah sesi, dörtnala kalkmış atlar, arabalar, hasılı sükunet halinde bir tesir yapmayacak olan en ufak gürültüler en seçme bir askerde bir bozgunluk yapar. Harpte bozgunluk, harbin esasında vardır. Bozgun, insanların, askerlerin daimi bir afeti, bir derdidir. Birkaç saat evvel kahramanca taarruz eden bir asker uzaktan beş on düşman süvarisini görünce bozulabilir. Dün hayali bir tehlike karşısında bozgunluğa uğrayan bir kıta, bu gün büyük fedakarlıkla harp eder. Yarın yine umulmadık bir zamanda bozgunluğa düşebilir. Bilhassa asab, hissiyat fena halde bozulmuş ise, harici ufak, ehemmiyetsiz bir tesir, dehşetli bir bozgunluk yapar."
Bozgunu bizzat gören Yarbay Hafız Hakkı, gözlemlerini şöyle sürdürür:
"Panik denen ani bozgunlarda ekseriya başlangıçta yalnız bir kaç erin sinirleri gevşemiş, kendisini şaşırmış, deli gibi kaçtığı görülür. Bu aralık kuvvetli bir azim, metin bir subayın, bu tehlikeyi unutturacak ateşli bir kaç sözü, erlerini manyetize edecek fedakarane tavırları, başlayan fırtınanın önüne geçmezse, kaçanları gören diğer askerlerin gözü arkaya döner. Kendilerini korku istila etmeye başlar. Bir çoğu çantasını çıkararak, kaçmaya hazırlanır. Çok zaman geçmez, birdenbire askerin mühim bir kısmı, hayallerinde büyüttükleri tehlikenin azameti karşısında, kaçanları taklit hissi ile, ne olduğunu bilmeden manyetize olmuş gibi ilk kaçanların arkasından koşar. Dağdan yuvarlanan bir çığ gibi korku artar. Kaçanları adedi dehşetli surette çoğalır. Ve az zamanda bütün kıta bir sürü yığın halinde kaçar. Nefsine hakim olan, sağlam sinirli, metin yürekli insanlar da bu sel ile beraber sürüklenir, candan aziz tutulan tüfekler atılır. Herkes kuvvetinin yettiği kadar alabildiğine kaçar. Bu anda asker, ne subayını, ne arkadaşını, hiç kimseyi düşünmez. Annesini bile çiğner. Senelerce uğraşılarak kazanılan disiplinin, askeri eğitimin kuvvetli bağları tamamen çözülür."
Bozgunu bir fırtınaya benzeten ve "Birdenbire gelir, yıkar, devirir, dağıtır, perişan eder" diye tanımlayan Hafız Hakkı, bunun çaresi olduğunu da söyler:"Bozgun askeri, pek korkaktır. Bir demir el, bozgun askerlerin yüzlercesini toplayabilir." der ve şöyle devam eder:"Bozulmuş bir asker ne kadar miskin ise o kadar korkaktır. Cesur, elinde tabancalı bir subay, bir er, hatta bir sivil, bir çok tüfekli, süngülü aslanları yere mıhlar. Son harbin değişik bozgunluklarında elinde tabancalı, kırbaçlı bazı subayların süngü takmış, elinde tüfeği ile deli gibi kaçan bir çok erleri durdukları görülmüştür.
Kırklareli bozgununda Isparta'lı Hakkı Çavuş namında bir ihtiyat askeri, daha kıtasına katılamadan, tüfek alamadan bozgun içine düşer. Eline iğnesi kırık bir martin tüfeği geçer. Hakkı Çavuş'un bununla tehdit ederek bir çok erleri firardan durdurduğunu Kurmay Yüzbaşı Rüştü Bey, olayın tanığı olarak anlatıyor. Hafız Hakkı Bey, bozgun denen bu felaketin yalnız bizde değil, en güçlü ve disiplinli diğer ordularda da zaman zaman görüldüğünü örnekleriyle anlatır. Hafız Hakkı'nın bu gözlemleri, Balkan Savaşı'nda olduğu gibi şimdi ve gelecek günlerde de karşımıza çıkabilecek bir durumu yansıtmaktadır. Bu nedenle de, her zaman üzerinde dikkatle durulup düşünülecek ve incelenecek gerçeklerdir. Günümüzde de önemini kaybetmeyen bir konudur.
Önce Kırklareli, ardından da Lüleburgaz savaşında bozulan ordu, İstanbul'a doğru dağılmış gidiyordu. Bu panik ve bozgun ortasında haber alamaz ve emir veremez bir hale düşen karargahı ile Abdullah Paşa şaşkın ve çaresiz kalmıştı. Çıldırmışçasına kaçışan bu insan seli arasında sürüklenmeye başlayan Ordu Komutanı, orduyu Soğucak Deresi hattında da durduramayacağını anlamış, daha gerideki bir hatta olsun durdurabilmek için atlı emir subaylarını sağa sola koşturmaya başlamıştı.Yarbay Hafız Hakkı Bey gibi bu savaşa katılan bir başka yazar, Kurmay Yüzbaşı Nihat Bey, "Balkan Harbi'nde Çatalca Muharebeleri" adlı eserinde, o feci bozgun için şunları yazmaktadır: "Doğu Ordusu, gerçekte ve daha 30 Ekim saat 10.30'da bir avuç aç, cephanesiz, perişan bir topluluktan ibaretti. Pınarhisar-Vize dolaylarındaki ordu denen acayip kalabalık ise, durdurulması imkansız bir surette çözülmüştü. Bu vaziyeti düzeltecek, lehe değiştirecek bir şekilde ağırlığını koyabilecek bir yedek kuvvet de ortada yoktu. Lüleburgaz istasyonunda düşmana çok miktarda erzak ve cephane terkedilmişken, ordunun felaketine erzaksızlık ve cephanesizlik özellikle etkili oldu. Başlayan yağmurlar ise felaketi tamamladı. Ordu bir sürü haline geldi. Çok miktarda malzeme, top ve gereç araziye serpilip kaldı. Doğu Ordusu, ciddi hiç bir düşman baskınına uğramadan keşifsizlik, bilgisizlik yüzünden, hiç bitmeyen 'geliyor, gidiyor' havadisleri arasında bocaladı ve nihayet büsbütün dağıldı. Bulgarlara gelince, muharebe baştan sona kadar onlar tarafından da başarı ile idare edilememiş ve duruma hakim olunamayarak rasgele bir çatışma sürdürülmüştü."
Ertesi gün ve sonraki 2 Kasım günü Kuzeydeki Hamdi Paşa'nın İkinci Ordusu'nun Pınarhisar taarruzu da tehlikeye düşmüştü. Güneyde Abdullah Paşa'nın Birinci Ordusu paniğe uğramış çekilirken onun ilerlemesi, tehlikeye atılmaktan başka bir şey değildi. Zaten bu sırada Karaağaç bölgesinde serbest kalmış olan 4. Bulgar Tümeni de, İkinci Orduya kuşatıcı bir tehlike oluşturmaya başlamıştı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa da çaresizdi. Tüm kuvvetlerle, 2 Kasım 1912 günü çekilme emri verdi. Hem bu çekilme, Soğucak Deresi'ne hatta Ergene Nehri gerisine Çorlu hattına da değil, daha gerideki Çatalca hattına yapılacaktı. Nazım Paşa, ikinci defadır paniğe kapılan bu korkunç selin, 100 kilometre gerideki Çatalca'dan önceki bir yerde durdurulamayacağını anlamıştı. Ortalama 100.000'i bulan bir ordu ve ordu ile birlikte canını kurtarmak için evini terk eden sayısı belirsiz atlı, arabalı, yaya Türk göçmen kafileleri yollara düşmüş, sağanak halinde yağan bir yağmur altında çamurlara bata çıkan İstanbul'a doğru çekilmekteydi. Çekilme emrinin verildiği ve Kuzeydeki İkinci Ordu'nun çekilmesinin bir paniğe dönüştüğü 2 Kasım günü, Mahmut Muhtar Paşa karargahında görevli Alman Binbaşı Hochwaechter, Vize'den Pınarhisar'a, yani cepheye doğru yoldadır. Binbaşı, görevle gittiği İstanbul'dan dönmektedir.Anılarında o bozgun sahnesini şöyle anlatır:
"Kerpiç bir kulübede durdum. Kulübenin içi asker ve yaralı dolu; korkunç bir manzara, zavallılar günlerdir bir şey yemediklerini söylüyorlar. Saray'dan almış olduğum koca bir ekmeğin yarısını onlara verdim. Fakat bu kadar kişiye ne desin? Bütün kötülük, burada cephe gerisinde bir kez daha açıkça görülüyordu. Yola devam etmek zorundayız. Sağanak halindeki yağmurda gittikçe daha yavaş ilerliyoruz. Tam beş saattir yoldayız, ama hala Vize ve kalesi gerimizde görünüyor. Birdenbire karşımıza bağıran çağıran bir kalabalık çıktı; sonra arabalar, süvariler, cephane kolları ve bir çok doktoru olan bir sıhhiye bölüğü göründü. Hepsi müthiş bir telaş içinde. Bunu, koşuşan tek-tük askerler ve sonra etrafına korku ile bakan küçük birlikler izledi. Yaklaşık bin metre ileride bize doğru gelen çok geniş karaltılar görüyoruz. Öküzleri süren arabacı daha ileri gitmek istemiyor. Geride kalmış ve ileri yanaştırılması Muhtar Paşa tarafından telefonla rica edilmiş olan bir cephane kolunu alıp getirmesi için gece bir jandarma erini, atımı vererek Çerkezköy yönüne göndermiş olduğum için atsızdım, arabanın üzerinde oturuyordum. Durum açıktı, olağanüstü bir şeyler oluyordu. Fakat ne olduğunu sorduğumuzda herkes bağrışıyor, sesler birbirine karışıyordu. Askerlerimizin hepsi kaçtı, arabacı geri döndü. Bu en doğru hareketti, çünkü bu çamurlu yollarda geri kaçan yığınların içine giremezdik. Böylece yaklaşık bir saat onlarla beraber sürüklendik, binlercesi bizi geçti. Bir arabacının kaçıp kurtulmak için nasıl mücadele ettiğini ilk kez görüyorum. Benim süvari yüzbaşısı bunu görmüyor, sesimi ona duyuramıyorum, gürültüden işitilmiyor. Nihayet arabacım da kaçtı. Askerler hafiflemek için tüfeklerini arabama koyuyorlar, hiç olmazsa yere atmak istemiyorlardı. Öküzler çamurda arabayı kendi kendilerine çekiyorlar. Bir ırmağa geliyoruz. Kalabalık, derin suyun üzerindeki tek tahta köprünün önünde birikiyor, herkes diğerini sağa sola iterek önüne geçmek istiyor, korkunç bir kargaşa meydana geliyor. Benim öküzler doğrudan doğruya ırmağa gitti, onlara yön veremedim. Arabadan atladım, fakat bu sırada araba da devrildi, diğerleri de durdu. Süvari yüzbaşısı kendini emniyete almak için kaçıyor. Yanımda kalması için ona bağırıyorum, ama o 'kalsam ne olacak' diye cevap veriyor. Şimdi ben, kaçan hayvanlaşmış insanların arasında, çamurun ortasında terkedilmiş durumdayım. Subaylara ve erlere, paşalarının eşyalarını almaları için yalvarıyorum, kimse beni dinlemiyor. Bir askerin kaçmak için bir saka (su) arabasından küçük, değersiz, cılız bir hayvanı çözüp aldığını gördüm. Hemen aklıma bir fikir geldi: Erden atı istedim. Ben dizginlere yapışınca göğsümden itti. Ona, eşyaları götürmek için yardıma muhtaç olduğumu anlattım. Ama hayatı söz konusu olduğundan bunu anlayamazdı. Bir mecidiye, iki Türk lirası verdim, o zaman hayvanı verdi. O kadar ıslak ve üşümüştüm ki, zorlukla binebildim. Kendisi binmek için bir er, birdenbire beni attan çekip indirmeğe kalkıştığında herhalde yarım saatlik bir yol almış bulunuyordum. Bu arada kılıcımı da çekip aldı. Yazık ki, tabancam da daha önce kaybolmuştu. Bir saatte Saray'a geldim. Oradaki jandarmadan yardım göreceğimi ummuştum. Herkes kaçmış, artık hiçbir şey yapamazdım. Yığın halinde firar devam ediyordu. Her şeyin kaybedilmiş olduğunu görüyorum. 1. Kolordunun bir kısmı da buradan geçiyor. Akşam oldu, kendi kendimi düşünmek zorundaydım. Eyersiz atla yola devam edip Çerkezköy şosesine geldim. Harp korkusunu yakından öğreniyorum. Sanki takla atmak istiyormuş gibi bir er önümde yere yıkıldı, sağa sola biraz yuvarlandı. Meğer ölü imiş, gereksiz ağırlık teşkil ettikleri ve canlıların kaçıp kurtulmasını engelledikleri için ölüler arabadan atılıyordu. Kabarmış derenin soğuk, sarı suyuna göbeğe kadar girmek gerekiyordu. Bağıra çağıra kaçan yerli halk, kilometrelerce uzayan konvoylar teşkil ediyordu. Saatler geçti, gece oldu ve yağmur hala kırbaç gibi yağıyor."
Hochwaechter'ın de belirttiği gibi askerle beraber onunla iç içe, ondan evvel veya ondan sonra Trakya Türk halkı da 500 yıllık baba yurtlarını terk ederek yollara düşmüş, İstanbul'a doğru kaçmaktaydı. Bozguna uğrayan yalnız ordu değildi; bütün Trakya Türkleri de çözülmüştü. Türklük, askeri ile sivili ile Avrupa Türkiye'sini boşaltmakta, Anadolu topraklarına sığınmaktaydı. Çünkü düşman ordusunun yapmadığını arkadan gelen Bulgar komitacıları yapıyor, ondan geriye kalan olursa onu da yerli Hıristiyan çeteleri tamamlıyordu. Türk Ordusunun Lüleburgaz bozgunu sırasında, daha Bulgar Ordusu yetişmeden, Kırklareli, Babaeski, Pınarhisar yerlisi Bulgar ve Rum çeteleri ortaya çıkmıştı bile. Bunlar bölgedeki Türk göçmen kafilelerine baskınlar düzenliyor, öldürüyor, yakıyor, yağmalıyor, dehşet saçarak göçü çoğaltmaya, yöreyi Türklerden temizlemeye uğraşıyordu.Şevket Süreyya Aydemir, göç dramını şu acılı sözlerle belirtir:
"Evet Rumeli göçüyordu. Rumeli boşalıyordu. Rumeli Türkleri akıp geliyorlardı. Rumeli'yi yüzyıllarca evvel alan, Rumeli'de yüzyıllardır yaşayan son Türkler, 20. yüzyılın başında alevlenen bu yangının alevleri içinde yanarak, çamurlar içinde eriyerek, her sürünüşte biraz daha azalarak, biraz daha kaybolarak, her an daha koyulaşan bir kanalığın içinde, sonu bilinmez geleceklere doğru akıyorlardı. Bu kaçışta ya arkadan düşman yetişir, kafileyi kılıçtan geçirir. Ya soğuk, açlık, hastalık, yağmurlar ve binbir çeşit bela, kafileyi her gün küçültür, yoksullaştırır."
Kırklareli Savaşı'nda olduğu gibi Lüleburgaz Savaşı'nda da ordunun kötü yönetildiğine kuşku yoktu. Lüleburgaz'da ordu, Kırklareli'nde olduğundan daha fazla yokluk içindeydi. Silah, cephane, giyim, kuşam zaten yetersizdi. Sağlık ve diğer sosyal hizmetlerden ise söz etmek bile fazlaydı. Açlık, ise dayanılmaz bir hal almıştı. Kırklareli çekilişinde düşmana terk edilen tonlarca yiyecek bu yokluğu daha da arttırıyordu. Memleket içlerinden de hemen hemen hiç bir şey gelmiyordu. O kötü hava koşullarında, o yolun kıt olduğu bölgede Trakya'nın meşhur yağmur ve çamuru, zaten zar-zor işleyen bütünleme hizmetini büsbütün içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Lüleburgaz Savaşı'nın o karanlık ve yokluk günlerinde 1. Kolordu Komutanı Yaver Paşa ile emrindeki 2. Tümen Komutanı Osman Paşa arasında geçen aşağıdaki telgraf görüşmesi, açlık konusunda bize çarpıcı bir örnek verir:
"Komutanların birbirlerine çektikleri telgraflara bakılırsa, onlar dahi açtırlar! Lüleburgaz ile Babaeski arasında, 2. Tümen Komutanı Osman Paşa ile Birinci Kolordu Komutanı Yaver Paşa arasında şu telgraf konuşması geçer: Osman Paşa - Ben ve Prens Aziz Paşa ve astımız subaylar peksimet bile bulamadık. Erlerin haline Tanrı acısın. Yaver Paşa - Paşa biraderler, gerek ben ve gerekse beraberimde bulunanlar bu gün bir şey yemediğimiz gibi, Lüleburgaz'da bir dilim ekmek bulamadık. Erler burada da böyledir. İnşallah iyi olur. Osman Paşa - İnşallah!"
Fransız "Matin" gazetesi muhabiri Sephane Lausanne, "Hastanın Baş Ucunda" adlı eserinde, o günler için şöyle yazar:
"Lüleburgaz Savaşı dört günden beri devam ediyordu. Çarpışmaların devam ettiği bu dört gün zarfında Türk Ordusu Komutanı Abdullah Paşa, karargahı olan Sakız Köyü'nde küçük bir evde kapanmış kalmıştı."
Yazar, burada Abdullah Paşa'nın açlık çektiğini, Smit Bartlet adındaki bir savaş muhabirinin konservelerinin imdada yetiştiğini şöyle anlatır: Kaldı ki, Osmanlı Ordusu Komutanı, yiyecek bulamadığı gibi, ordusundan haber de alamıyordu. Denebilir ki, savaşın devam ettiği dört gün zarfında ne olup bittiğinden hiç haberi olmadı. Ordusunun sağ kanadı nerede, bunu ancak şöyle böyle biliyordu. Ama o feci mücadelenin hiç bir safhasını gereğince öğrenememişti. Hiç bir zaman bir emir vererek savaşa etkili olmadı. Komutana haber getirmek için ateş hattına gönderilen bir kaç süvari ya bir şey görememiş, öğrenememiş, yahut dönmemişlerdi. Savaş cephesi 50 kilometrelik bir genişlik tutuyordu. Bu savaş hattı ile bağlantı için Abdullah Paşa'nın elinde ne telefon, ne telgraf, ne telsiz vardı. Ne otomobil, ne uçağa sahipti. Yazar bundan sonra Şevket Paşa komutasındaki 2. Kolordu'nun 24 saattir bir şey yiyemediğini belirttikten sonra şöyle devam eder: 31 Ekim akşamına doğru Osmanlı Ordusu, adeta bir sel gibi geriye akıyordu. Ortada ordu namına, ovalardan, sahralardan Çatalca'ya doğru akıp giden kaçaklardan başka bir şey kalmamıştı. Topçular toplarını, cephane sandıklarını bırakıyorlardı. Piyadeler tüfeklerini atıyorlardı.
Bulgar Ordusu da bitkindi. Askerlerinin nefesi kesilmişti. Bunun için Türk Ordusu'nun kalıntıları hiç bir takibe, hiç bir saldırıya uğramadan ovalarda, sırtlarda başıboş akıp gidiyorlardı.Daha garibi, bozgun haberini İstanbul; Londra'dan, Paris'ten daha geç, daha sonra alabildi. İstanbul'da Lüleburgaz Savaşı'na ait resmi bildiri ancak 4 Kasım sabahı, yani dört gün sonra yayınlanabildi. Stephane Lausanne'nin de yazdığı gibi ordu, en yukarıda bulunan ordu komutanından en tabandaki erine kadar açtı ve İstanbul tam bir karışıklık içindeydi.
Lüleburgaz Savaşı'nın başladığı 28 Ekim günü hükümet istifa etmiş, ertesi gün Kamil Paşa yeni hükümetini kurup işe başlamıştı. "Büyük Kabine" diye isim yapan ve eski sadrazamlar (başbakanlar), eski nazırlar (bakanlar), eski paşalardan kurulmuş olan Müşir (Mareşal) Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığındaki bu hükümet, kararsız, enerjisiz, silik ve sağır tutumu ile Balkan Savaşı'nın hemen öncesinde ve savaşın başlangıcında memlekete felaketten başka bir şey getirmemişti. Şimdi de 80 yaşındaki Gazi Ahmet Muhtar Paşa gitmiş, yerine yine 80 yaşındaki bir başka ihtiyar Kamil Paşa gelmişti. Harbin erken başlamasına ve ordunun hazırlıksız olduğuna bakmaksızın taarruza karar verip Kırklareli ve Lüleburgaz bozgununa neden olan Başkomutan Nazım Paşa, Harbiye Bakanı olarak yerini koruyordu. Ermeni Noradunkyan Efendi de, dışişleri bakanlığı görevine devam etmekteydi. Yeni hükümetin işe başladığı ilk günler; Lüleburgaz Savaşı'nın bozgun haberleri de peş peşe İstanbul'a ulaşmaya başlamıştı. Evet, Kırklareli'nden sonra bir de Lüleburgaz yenilgisi, gerek yeni hükümetin, gerekse İstanbul'dan başlayarak bütün memleketin üzerine bir kabus gibi çökmüştü. Geçmişi şanlı zaferlerle dolu Türk milletinin şimdiki çocuklarının, onların silahlı kuvvetlerinin, daha dünkü küçük Bulgar ordusu önünde bu akıl almaz yenilgisi karşısında adeta diller tutulmuştu. O sıralarda Arnavutluk ve Makedonya cephesinde bulunan Ali Rıza Paşa komutasındaki Batı Ordusu'nun durumu da Doğu Ordusu'ndan farklı değildi. O da Sırp Ordusu karşısında Kumova'da yenilmiş, Üsküp'e doğru, bozgun halinde çekilmekteydi. İstanbul'a ulaşan kopuk kopuk ve eksik haberlerden anlaşılan buydu. Yine bu haberlerden, Yunan Ordusunun da, aynı günlerde Selanik'e doğru ilerlemekte olduğu anlaşılıyordu.
Doğu Ordusu'nun Çatalca'ya doğru gerilemesinden sonra Şükrü Paşa'nın kolordusu da Edirne bölgesinde düşman ortasında kalmıştı. Edirne şimdi tamamen Bulgar kuşatması altındaydı. Ancak, Edirne kuvvetleri, Bulgar taarruzlarını rahatlıkla püskürtmüştü ve dayanıyordu. Doğu Ordusu'nun bozularak Çatalca doğrultusunda çekilmesi karşısında İstanbul'dan başka şimdi Çanakkale Boğazı da tehlikeye düşmüştü. Başkomutanlık bir taraftan da, Fahri Paşa komutasında Gelibolu bölgesindeki kuvvetleri takviyeye çalışıyor, aceleyle Anadolu'dan o bölgeye de kuvvet yolluyordu. Batı Trakya'dan Arda Nehri boylarında, General Kovaçef'in Rodop Grubu ile Yaver Paşa komutasındaki Kırcaali Kolordusu arasında bir savaş sürüp gitmekteydi. İki tümenli Kırcaali Kolordusu, Redif ve Müstahfız birliklerinden kurulmuş olduğundan savaş yeteneği çok zayıftı. Buna karşın gerek Kırcaali'de ve gerekse daha güneyde yapılan çarpışmalarda üstün Bulgarlara karşı gene de başarılı savaşlar verdi. Fakat Türk Doğu Ordusu'nu Lüleburgaz Savaşı'nı kaybederek 2 Kasımdan sonra çekilmesi üzerine, Yaver Paşa da kuşatılmamak için Meriç Nehri'ni Doğuya geçmek çabasına girdi. Ferecik'e doğru çekildi. Çünkü bu sıralarda Albay Tanef komutasındaki bir başka Bulgar kuvveti, Meriç Nehri boyunca Dimetoka'yı aldıktan sonra hızla Ferecik'e doğru ilerlemekteydi. Böylece Rumeli'deki Türk kuvvetleri, savaşın başlamasından 11 gün sonra iki parçaya bölünmüş ve Makedonya'daki Türk Batı Ordusu'nun anavatanla olan tüm bağlantısı kopmuştu. Şimdi Batı Ordusu Komutanı Ali Rıza Paşa, 188.000 kişilik ordusuyla Sırp, Yunan, Karadağ ve bir kısım Bulgar orduları karşısında kaderi ile baş başaydı. Meriç boylarında sıkışan Yaver Paşa da zor durumdaydı. Çoğu yerli halktan oluşan bir kısım erler dağılmış, kaçmıştı. Beri yandan Meriç Nehri bu mevsimde taşkın, günlerdir yağmur ve çamur içinde durmadan çarpışan ve yürüyen asker aç ve yorgundu. Bulunabilen ancak bir kayık ve salla nehir geçilmeye çalışılıyordu. Bu arada nehrin bir yakasından öbürüne çekilen çelik hat da kopunca, geçiş büsbütün zorlaştı. Bu sıralarda bir Bulgar alayı da Türk Trakya'sı tarafında Malkara üzerinden Keşan'a ulaşarak Yaver Paşa kuvvetlerinin yolunu kesmeye uğraşmaktaydı. Cephe perişan, İstanbul perişandı. Bu kadar kısa zamanda bu kadar büyük bozgunu akıllar almıyordu. Ama gerçek olan şuydu: Lüleburgaz yenilgisinden sonra beşyüz yıllık Osmanlı başkenti İstanbul, Bulgar ordularının karşısında savunmasızdı. Hem de daha harbin üçüncü haftası bile dolmamışken...Bulgar orduları da beş gündür süren Lüleburgaz çarpışmasında hatırı sayılır kayıplara uğramış ve çamur ve yağmurla boğuşmaktan yorgun düşmüştü. Bulgarlar da bir ölçüde yiyecek ve cephane sıkıntısı çekiyorlardı. Bundan başka, Kırklareli Savaşı'nda olduğu gibi Bulgar komutanlığı bu savaşta da, zaferi tümü ile kazandığına inanmakta güçlük çekmekteydi. Bulgar Ordusunun sıkı bir takip harekatına girişememesi, Kırklareli bozgununda olduğu gibi Lüleburgaz bozgununda da Türk Ordusunun kurtulmasına neden olmuştu. Bulgarlar harekatı aynı hızda sürecek takat ve cesareti gösterebilselerdi, Türk Ordusunun felaketi önlenemez ve hatta bir Çatalca savunması da mümkün olmazdı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa'nın morali adamakıllı bozulmuştu. Lüleburgaz yenilgisinden sonra, ordunun Çatalca mevziinde bile savunabileceğinden kuşku duymaya başlamıştı. Gerek Kırklareli'nde olsun, gerekse Lüleburgaz'da olsun ordunun önemli bir çarpışma yapmadan, düşmanın bir mevzi yarması veya tehlikeli bir kuşatmasına bile uğramadan çekilmeye başlaması çok düşündürücüydü. Hele bu çekilişlerin, düşmanın herhangi bir takibi bile olmadığı halde, kısa sürede önlenemez bir bozguna dönüşmesi, bu güvensizliği daha da arttırıyordu. Bir an önce barış yapılmalıydı. Yeni Başbakan Kamil Paşa, daha iyi koşullarda barış masasına oturabilmek için, ordunun Çatalca mevziinde hiç olmazsa beş-altı gün dayanmasının ve Bulgar Ordusuna karşı bir savunma başarısı kazanmasını önemli olduğuna inanıyordu. Başkomutanlıkla hükümet arasında, 1 Kasım 1912'den itibaren telgraf başında sürdürülen üzücü ve yıpratıcı bir haberleşme başlamıştı. Başkomutanlık, ümidini tamamen yitirmişlerin ürkekliği içinde bir an önce ateş kesilmesini istiyordu; hükümet ise, daha iktidar olur ürkekliği içinde bir an önce ateş kesilmesini istiyordu; hükümet ise, daha iktidar olur olmaz böyle yüz kızartıcı bir duruma düşmemek, hiç olmazsa bir şeyler kurtarabilmek telaşındaydı.
4 Kasımda İngiliz Dışişleri Bakanı E. Grey, Londra'da Avam Karamasında, Avusturya Dışişleri Bakanı Berchtold Vinaya'da verdikleri beyanatlarda "Balkanlarda artık statükonun devamının mümkün olmadığını" söylüyorlardı. Savaşın başlamasından önce büyük devletlerin ilan ettikleri "Savaşın sonucu ne olursa olsun, Balkanlarda statükonun değiştirilmeyeceği" fikri unutulmuş, Balkanlıların başarıları karşısında yön değiştirilmişti. İki gruba ayrılmış olan büyük devletler, küçük Balkan devletlerini kendi yanlarına çekebilmek için onlara hoş görünmek yarışına girişmişlerdi. Osmanlı Dışişleri Bakanı Norandunkyan'ın Başbakan Kamil Paşa'ya gönderdiği 6 Kasım tarihli yazıda "Balkanlarda statükonun korunmasının artık imkanı kalmadığından, bu işten en az zararla kurtulabilmek için Çatalca savunma hattında ve Edirne müstahkem mevkiinde mukavemet edilerek, düşmanı gerektiği kadar yorup, barış yapmaya zorlanması..." istenmekteydi. Bir haftalık Başbakan Kamil Paşa, barış yapmak ya da biraz daha direnmek gibi iki zıt fikir karşısında, kendi inisiyatifini kullanarak, İstanbul'da görevli ve emekli paşa ve yüksek rütbeli subaylardan bir askeri kurul toplayıp görüşlerini istedi. Kurul aynı gün, 6 Kasımda toplanarak büyük bir çoğunlukla "Çatalca müstahkem mevziinde savunmanın yapılabileceğine ve düşmanın durdurabileceğine" karar verdi. Öte yandan, Başkomutan Vekili Nazım Paşa, Hamidköy'de bulunan Abdullah Paşa ve Genelkurmay Başkan Vekili Hadi Paşa'nın da katıldığı yüksek rütbeli subayları toplayarak durum değerlendirmesi yaptı. Varılan ortak sonucu hükümete bildirdi. Yazıda; Çatalca'ya çekilmekte olan ordunun toplarının çoğunun elden çıktığı, ordunun kayıplara uğradığı ve hepsinden önemlisi askerin savaşamayacak kadar moralsiz olduğu, uzun yıllardır el değmemiş olan Çatalca tahkimatının bu kısa sürede onarılamayacağı, Anadolu'dan gönderilecek takviye kuvvetlerin ise eğitimsiz olduğunu belirtilerek, "Çatalca savunmasının güvenle yapılamayacağını" ifade ediliyordu. O sıralarda, Çatalca'ya doğru çekilmekte olan kolordu komutanları, Nazım Paşa'nın sorusuna verdikleri yanıtlarda, Hadımköy kurulunun aksine, "Çatalca hattında savunulabileceğini" bildirmişlerdi. Fakat Başkomutan Vekili Nazım Paşa, kendisinin başbakanlığa yolladığı yazılı cevaptan sonra gelen ve kendi görüşünün aksini savunan kolordu komutanlarının bu düşüncelerini İstanbul'a bildirmeye gerek görmedi.
2 Kasımdan beri karmakarışık bir halde çekilmekten olan ordu, 8 Kasımdan itibaren Çatalca hattına ulaşmaya başlamıştı. Bir süre tereddütten sonra başkomutanlık da şaşkınlıktan yavaş yavaş kurtulmuş ve işe sarılmıştı. Hükümetin emrini yapmaktan, yani Çatalca mevziinde savunmaktan başka çare yoktu. Aç, yorgun, birliğini kaybetmiş, darmadağınık, çamurlara bata çıka gelen asker Çatalca hattında çevriliyor, bir düzene sokulmaya çalışılıyordu. Bir yandan da İstanbul'dan yeni birlikler yollanmaktaydı. Çatalca mevziinde tahkimata başlanmıştı. Ordu bir kez daha şansını deneyecek, namusunu ve başkentini savunacaktı. Akıllarından bile geçirmedikleri bir hızla elde ettikleri parlak başarılar karşısında gurura kapılan Bulgarlar, Çatalca'da tutunmaya çalışan bu morali bozuk Türk Ordusuna saldırıp İstanbul'u almanın pek zor olmayacağını düşünüyorlardı. O herkesin rüyasını süsleyen, Rusların, Rumların ve daha bir çok kimsenin ele geçirmek için yanıp tutuştukları Çargrad'ı (İstanbul'u) almaları artık gün meselesiydi. General Nazlimof'un süvarileri, piyadelerin önünde ilerleyerek 3 Kasımda Çorlu'yu ve 6 Kasımda Tekirdağ'ı hiç bir direnişle karşılaşmadan işgal etmişlerdi... Bulgar Orduları Başkomutan Vekili General Savof, Balkan Savaşı'ndan bir yıl sonra, Sofya'da Türk Büyük Elçisi olarak bulunan Fethi (Okyar) Bey'e şöyle diyecekti: "En az sekiz ayda elde edebilmeyi hayal ettiğimiz yerlere iki ayda eriştik."
Lüleburgaz Savaşı'ndan sonra kendisini toparlamak için bulundukları yerde üç gün dinlendirilen Bulgar Ordusu, 6 Kasım 1912 sabahından itibaren İstanbul'a doğru ileri harekete geçti...

ERGENE SORUNU GERÇEKLERİ !!!!

EDİRNE’nin Uzunköprü İlçesi’nden geçen ve fabrikaların bıraktığı kimyasal atıklar nedeniyle simsiyah akan, içinde canlı türü yaşamayan Ergene Nehri, vatandaşları canından bezdirdi. Bölgedeki tarım üretimi büyük oranda düşerken, Uzunköprü Belediye Başkanı Enis İşbilen, nehirdeki kirlilik nedeniyle çevrede kanser vakalarının büyük oranda arttığını ve ölümlerin yaşandığını söyledi. Trakya Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Yorulmaz da, Ergene Nehri’nin artık Trakya’ya hayat vermek yerine ölüm kusar hale geldiğini kaydetti.
Marmara Bölgesi’nin Karadeniz kıyılarındaki Yıldız Dağları’ndan doğan, Çorlu, Çerközköy, Lüleburgaz, Babaeski ,Pehlivanköy ve Uzunköprü’den geçtikten sonra Meriç Nehri ile birleşen ve Saroz Körfezi’ne dökülen Ergene Nehri’ndeki kirlilik, bölge halkını çileden çıkarttı. 350 bin kişinin çalıştığı bin 350 fabrikanın bıraktığı kimyasal atıklar nedeniyle simsiyah akan, içinde canlı türü yaşamayan ve çevreye ağır koku yayan Ergene Nehri’nin temizlenmesi için ’Ergene Platformu’nun üyeleri ile vatandaşlar 2 defa büyük çaplı eylem yaptı. Ancak şu ana kadar bir sonuç elde edemedi.
YILLAR ÖNCEKİ ’ERGENE HATIRASI’
1987 yılında, berrak şekilde akan Ergene Nehri’nde yüzdüklerini, balık tuttuklarını anlatan Uzunköprü Belediye Başkanı CHP’li Enis İşbilen, nehrin önünde bir akrabası ile o dönem çektirdiği fotoğrafı göstererek şöyle dedi:
"Fotoğrafı çektiğimiz bu yere şimdi çevreye yaydığı ağır kokudan dolayı yaklaşmak bile mümkün değil. Çerkezköy ve Çorlu’daki fabrikaların bıraktığı kimyasal atıklar nedeniyle babam ve arkadaşları ile benim girip yüzdüğüm bu nehirde şimdi canlı yaşamıyor. Suya vücudunun bir parçası dokunduğu an yaralar çıkıyor."
’TRAKYA’NIN KANALİZASYONU’
Ergene’nin Trakya’nın kanalizasyonu haline geldiğini belirten Uzunköprü Belediye Başkanı İşbilen sözlerini şöyle sürdürdü:
"Kirlilik 1990’lı yıllarda başladı ve hala devam ediyor. Ağırlıklı olarak sanayiinin ve endüstrinin atıkları ile bu hale geldi. Atıklarını bırakan belediyeler de var. Ancak belediyelerin evsel atıkları ile Ergene bu hale gelemez. Suyun analizini yaptığımızda sanayi tuzları çıkmakta. Çevre Bakanlığı yaptığı denetimlerle bunu önleyecek. Fabrikalara arıtması olması gerektiğini söyleyecek ve yapılmasını isteyecek. Eğer yapılmıyorsa kapatılacak bu fabrikalar. Burada atıklarını döken fabrikaların çoğunda arıtma sistemleri yok. Hatta söz konusu işletmelerin inşaaat ruhsatı bile yok. Ruhsatsız işletmeler belediyenin sınırında değil, valiliğin sınırları içerisinde olan işletmeler. Valiliklerin bu yerdeki denetleme yetkilerini yerine getirmediklerini görüyoruz. Uzunköprü halkı adına konuşuyorum. Evlerimizde kokudan dolayı kapı pencere açamıyoruz. Ergene’den buharlaşan gaz bulutu ve zehri soluyarak vücudumuzu alıyoruz. Nasıl etkilendiğimizi bilmiyoruz. Devletin çalışma yaparak bizi aydınlatması ve lazım. Kanserler çok fazla. Ölenlerin çoğu kanserden ölüyor. Sanayiye, işgücüne ve istihdama hayır demiyoruz. Bu işin siyaseti yok. Üretim yapılacak diye bu insanların ölmelerine taraftar değiliz. Uzunköprü’de doğdum ve burada yaşıyorum. Zehirlenmek zorunda değiliz."
SUÇ DUYURUSU
Nehiri kirletenlerin tespit edilmesi için Uzunköprü Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunduğunu belirten Başkan İşbilen, "Benim asıl mesleğim avukatlık. Ergene Nehri’ni ve çevreyi kirletenlerin tespit edilerek, kamu davası açıllması için suç duyurusunda bulundum" dedi.
’ADI NEHİR, İÇİNDEN AKAN ZEHİR’
Ergene Nehri’nin sözün bittiği yer olduğunu belirten Uzunköprü Ziraat Odası Yönetim Kurulu Üyesi Halil İbrahim Bulak da tepkisini şöyle dile getirdi:
"Ergene havzasında 52 bin dekar çeltik ekiliyor. Ancak üreticiler Ergene’nin suyundan faydalanamıyor. Baraja ve yer altı sularına muhtacız. Sözün bitiği yer değimiz de ise ’Adı nehir, içinden akan ise zehir.’ Çeltik ektiğimiz yerlerde 900 kilo verim alırken, bu 300 kiloya kadar düştü. Bir çok çiftçimiz kanser ve kalp krizinden dolayı hayatını kaybediyor. Yetkililerin biran önce Ergene’yi kurtarmasını bekliyoruz."
’FABRİKALAR EKMEĞİMİZİ ÖLDÜRDÜ’
Nehrin çok pis aktığını belirten çiftçi Bakiye Gürsoy ise, yörede 10 kişiden 8’inin kanserden öldüğünü öne sürerek, "Trakya’nın ölümü, bizim yok oluşumuz Ergene Nehri’nden olacak. Devlet temizlesin bu nehri. Bizim ekmeğimiz burası. Ekmeğimizi bu fabrikalar öldürdü. Fabrikalar nedeniyle köylerden ve Uzunköprü’den göç başladı" diye konuştu.
’ÖLÜM KUSAR HALE GELDİ’
Sanayi tesislerinin arıtma yapmadan bıraktıkları zehirli atıkların yanı sıra, yerleşim birimlerinden akarsulara bırakılan kanalizasyon ve evsel atıklar ile tarımsal gübre ve ilaçların Trakya’yı saran Ergene Nehri’ni kirlettiği belirten Trakya Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Yorulmaz Şşu bilgileri verdi:
"Ergene artık Trakya’ya hayat vermek yerine ölüm kusar hale geldi. Ergene Nehri’nden aldığımız örnekler ile çeşitli araştırmalar yaptık.Yapılan analizlerde nehir suyunda kurşun, civa, kadmiyum, kobalt, bakır gibi ağır metaller ve arsenik çıktı. Ayrıca fosforlu-azotlu bileşikler ile solvent, asit, alkali ve boya gibi sayısız kimyasal maddeler tespit edildi. Özellikle sonbahar döneminde etkili olan yağışlar ile Ergene Nehri’nin taşması sonucu Trakya bölgesindeki bir çok tarım arazisi söz konusu atıklar nedeniyle zehirleniyor. Bu zehirler yetiştirilen bitkiler aracılığıyla kademe kademe insanlara kadar ulaşmakta ve kanser, inme, karaciğer, böbrek, kalp yetmezliği gibi çok ciddi hastalıklarda artışa neden olmaktadır."
TÜRKİYE’NİN EN KİRLİ NEHRİ’
Bir süre önce Trakya Üniversitesi’ndeki (TÜ) bilim adamları tarafından hazırlanan raporda, Ergene ve Çorlu’daki nehirlerde doğal hayatın bittiğinin ortaya çıktığını belirten TÜ Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Yorulmaz şöyle devam etti: "Raporda, evsel atıklar ve fabrikaların bir çoğunun, atıklarını arıtmadan derelere akıtması nedeniyle kimyasal ve biyolojik kirliliğin en üst düzeyde olduğu vurgulanıyor. Ayrıca bu akarsulardaki suların hiçbir amaçla kullanılmayacağı ve sağlık için tehlikeli bir kaynak olduğu belirtiliyor. Ergene Nehri’nin Türkiye’nin en kirli nehri olduğu ve içinde dördüncü sınıf su bulundurduğu bildirilmekte. İçindeki ağır metaller, bu suya temas eden ve içen hayvanlara, bitkilere ve insanlara geçmekte, insanlarda da kansere neden olmaktadır. Araştırmacılar, Ergene Nehri’ni besleyen Çorlu’da kanser sıklığının Türkiye ortalamasının üstünde olduğunu ve ilköğretim öğrencilerinde bile kanser görülmeye başlandığı uyarısında bulunuyor."
YÖREDE HASTALIK ARAŞTIRMASI
Nisan ayında Çorlu’da ’Kronik hastalıklar’ adı altında bir araştırma yapan Trakya Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyeleri, araştırmalarını tamamladı ve sonuçlarını belirlemek için çalışmalarını sürdürüyor. Aynı şekilde öğretim görevlilerinin, önümüzdeki günlerde Ergene Nehri’nin geçtiği bölgede kronik hastalıklarla ilgili araştırma yapacağı öğrenildi.
KAYNAK: Fırat KESKİNKILIÇ / UZUNKÖPRÜ(Edirne), (DHA)

ERGENE NEDİR NE DEĞİLDİR!!!!

Türkiye’nin en önemli nehirlerinden biri olan Ergene’den zehir akıyor. İrili ufaklı yaklaşık 5 bin fabrikanın atıkları, bir zamanlar köylülerin su içtiği, balıkların yaşadığı, insanların yüzdüğü, nehri zehir kanalı haline getirdi. Yıldız Dağları’nın eteklerinden doğan Ergene’yi Çerkezköy ve Çorlu’daki fabrikaların ağır sanayi atıkları öldürüyor. Ergene, Uzunköprü’den sonra ise bu kez ölüm saçmaya başlıyor. Bilinçsiz ve çaresiz pek çok çiftçi bu zehirli sıvıyı sulama suyu olarak kullanılıyor. Ağır metal atıklarının yoğun olarak görüldüğü zehir kanalının sulama suyu olarak kullanılması hem bölge hem de Türkiye açısından büyük bir tehlike demek! Çünkü bu havzadan yetişen buğday, ayçiçeği, şekerpancarı, mısır, çeltik, kabak çekirdeği, domates, salatalık, marul, karpuz gibi birçok sebzeyi bütün Türkiye tüketiyor. Resmi rakamlara göre ayçiçeği üretiminin yüzde 63’ü, pirinç üretiminin yüzde 44’ü, buğday üretimin yüzde 9’u bu topraklarda gerçekleştiriliyor.1- Doğduğu yerden su içiliyor
Kaynarca Deresi, Ergene Nehri’ni oluşturan onlarca kaynaktan biri. Kırklareli’nin şirin beldesi Kaynarca’da yaşayan insanlar için bu dere hayat kaynağı. Kaynarcalılar, hem içme sularını hem de sulama sularını bu dereden karşılıyor. Kaynarca’nın ortasındaki ‘Beş Çeşme’nin suyu bölgede epey meşhur. ‘Beş Çeşme’den aldığımız suyun laboratuvarda yaptırdığımız analizler temiz çıktı. Kaynarca Deresi, çocukların da serinleme yeri. Sadece çocuklar değil, genci yaşlısı derenin buz gibi sularında serinliyor. Tabii ördekler de öyle…
2- Çorlu’da atıklar karışıyor Ergene’nin rengi Çerkezköy’de kararmaya başlıyor, Çorlu’dan sonra kapkara oluyor, iğrenç koku yayıyor. Fabrikaların atıkları yüzünden Muratlı ve Lüleburgaz’dan sonraysa zehir yatağı na dönüşüyor. Karamusul’dan aldığımız suda yoğun olarak kurşun, civa, kadmiyum, kobalt, bakır gibi ağır metaller ve arsenik çıktı. Fosforlu-azotlu bileşiklerle solvent, asit alkali ve boya gibi kimyasallara rastlanıyor. Şiddetli yağmurlardala nehir taşıyor ve verimli araziler zehirli suyla kaplanıyor. Sular çekilince kimyasallar toprakta kalıyor.
3- Verimli toprağa zehir akıyor Ergene, doğduğu yerden yaklaşık 150 kilometre sonra öldürmeye Uzunköprü’de başlıyor. Çerkezköy, Çorlu ve Lüleburgaz’daki fabrikalarının atıkları bu ilçede birleşiyor. Zehirli su, Trakya’nın en verimli toprakları olan Uzunköprü’nün uçsuz bucaksız vadisini suluyor. Çeltiklerin sulandığı nehirden aldığımız sıvı analizlerinde içinde kurşun, civa, nikel, kadmiyum, kobalt, bakır, antimon ve arsenik ağır metaller çıkıyor. Zehirli suyla tarlalar sulanıyor. Meriç’le birleşip Ege Denizi’ne dökülen zehir, deniz ürünleriyle insana geçiyor.
Analiz sonuçları felaket Trakya Üniversitesi (TÜ) Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Yorulmaz’a göre analiz sonuçları tam bir felaket. Çünkü Prof. Dr. Yorulmaz, “Bu zehirler yetiştirilen bitkiler aracılığıyla kademe kademe insanlara kadar ulaşmakta ve kanser, inme, karaciğer, böbrek, kalp yetmezliği gibi çok ciddi hastalıklarda artışa neden olmaktadır.” Diyor. Yorulmaz, araştırmalara göre bu bölgede kanser sıklığının Türkiye ortalamasının üstünde olduğunu söylüyor.

LÜLEBURGAZLI SPARTAKÜS KİMMİŞ ?

Spartaküs (d. M.Ö. 109 – ö. M.Ö. 71), Antik Roma Cumhuriyeti'nde köle ve gladyatör. M.Ö. 73 - M.Ö. 71 yılları arasındaki köle ayaklanmasında yaptığı önderlik ile tanınır.

Önderlik yeteneğiyle dikkati çeken Trakyalı bir köle olan Spartaküs, bir olasılığa göre Roma ordusundan kaçmış, haydutluk yaparken yakalanmış ve köle olarak satılmıştı. Spartaküs M.Ö. 73'te kendisiyle birlikte Capua'daki Quintus Lentulus Batiatus'un gladyatör okulundan kaçan 77 arkadaşıyla Vezüv Yanardağı'na sığındı. Küçük bir Roma ordusunca kuşatılan kaçaklar, bir uçurumdan aşağı inerek Romalı askerleri şaşırtıp kaçmayı başardılar. Spartaküs, kendisine katılan ve sayıları 100 bine ulaşan kaçak köle ve gladyatörlerle Lucania'ya doğru yürüdü. Amansız bir çatışma sonucunda Publius Varinius'u yendi ve Thuria ile Metapontion kentlerini yağmaladı. Spartaküs artık Güney İtalya'ya egemen olmuştu. Roma Senatosu birden tehlikenin farkına vardı. M.Ö. 72'de iki konsülün yönetimindeki güçler Spartaküs'ün üzerine gönderildi. Spartaküs onları yendikten sonra kuzeye, Alpler'e doğru yürüyüşe geçti. Gallia Cisalpina valisi onu durdurmaya çalıştıysa da, yenilgiye uğradı. Köle ordusu artık Alpler'i geçebilir ve güvenlik içinde dağılabilirdi. Ne var ki, kimse İtalya'dan ayrılmak istemedi. Spartaküs, ister istemez güneye yürümek durumunda kaldı. Lucinia'ya geri dönen ordu, orada ilk kez Marcus Crassus'a yenildi. Spartaküs, Sicilya'ya geçmeyi tasarlayarak Messina'ya çekildi. Onları kaçırmaya söz veren korsanlar sözlerinde durmadı. Crassus köleleri kuşattıysa da, Spartaküs kuşatmayı yararak çekildi. Daha sonra, M.Ö. 71'de, savaşmakta direnen köleler Romalılarca kılıçtan geçirildi. Romalı general Pompeius, Spartaküs'ün ordusundaki çok sayıda kaçağı yakalayıp öldürdü. 6000 kişiyi tutsak alan Crassus, Appia Yolu boyunca tümünü çarmıha gerdirdi. Spartaküs'ün cesedi ise asla bulunamadı. O dönemdeki inanışa göre tanrıların onu yanına aldığı, koruduğu gibi dedikodular yayıldı. Ancak Spartaküs'e ne olduğu asla öğrenilemedi.

DİKKAT BU BELGEDE ŞHT HV PLT ÜTGM İBRAHİM GERÇEK HAYATI VAR AÇIN OKUYUN İZLEYİN

http://www.tayyareci.com/hvsehitleri/cilt2-1948-65/1961-1965/sehitler03360284.jpg

LÜLEBURGAZ ŞHT HV PLT ÜTGM İBRAHİM GERÇEK İÖO HAYIRLI OLSUN

LÜLEBURGAZ ŞHT PLT ÜTGM İBRAHİM GERÇEK İ.Ö.O. HAYIRLI OLSUN…
Geçtiğimiz 19.09.2011 pazartesi günü İlçemiz Lüleburgaz’da İlköğretim Haftası başlangıcı vesilesiyle yapılan törenler çok anlamlı bir ismi olan okulun bahçesinde yapıldı ve 2011-2012 Eğitim ve Öğretim yılı başlamış oldu. Sözlerime başlarken öncelikle İlköğretim haftasını ve Lüleburgaz tarihine iz bırakan “Şht Plt Ütgm İbrahim Gerçek İlköğretim Okulumuzun” açılışını bir kez daha tebrik eder biraz gecikmelide olsa hayırlı uğurlu olmasını dilerim.
Her şeyden önce İstanbul Hava Harp Okulu Müzesinde Hava Şehitleri tarihçesinde kayıtlı Lüleburgaz doğumlu üç merhum şehidimiz isimleri daha vardır. Hamitabat köylü şht hv plt ütgm Mustafa ÖZDİLEK,Ayvalı Köylü şht hv plt ütgm Salih SEYHAN ve Ahmetbey’li şht plt hv tgm Samet DEMİR isimli şehitlerimize de Allah’tan gani gani rahmetler dilerken bir dördüncü olan Erzincan’lı İbrahim Gerçek’in gerçek olan hikayesine gelince son on yıldan beri her zaman her yerde anlattığım bu elim olayı bir kez daha bilmeyenlere okumayanlara unutanlara anlatalım ki bir kahramanın ruhu şad olsun.
Yıllar önce 21.02.1963 tarihinde Bandırma 6 Hava Jet üssünden görev uçuşu için havalanan iki, uçağın bir tanesinin pilotu olan aslen Erzincanlı olup 1939 Büyük Erzincan depreminde tüm ailesini kaybeden öksüz ve yetim kalan ancak devlet tarafından okutulan Üsteğmen İbrahim Gerçek isimli sıradan bir pilottu. Ancak acı kaderinin O’nu getirdiği bu noktada tamda Lüleburgaz’da eskiden var olan şimdi kaldırılarak Yıldız Dağlarına taşınan eski Hava Radar Mevzii Komutanlığı üstündeyken kaderin oyunumu ne derseniz deyiniz birden bire sözde müttefikimiz ABD’nin Hava Kuvvetlerine verdiği II Dünya savaşında kalma uçağının yağ filtresi patlamıştır.O zaman nüfusu ancak yirmi bin olan yerdeki Lüleburgazlılar havada uçan ve arkasından kara dumanlar çıkaran bu uçağı gördüklerinde düşeceğini anlayarak sağa sola koşuşturmaya başlamışlarken her şey bir iki dakika içinde olup bitmiş ve arızalanan bu uçak % 100 Lüleburgaz’ın Dere ve Yılmaz mahalleri evlerinin üstüne düşmesi ihtimali varken her nasılsa kahraman ve aziz pilotumuzun son bir manevrasıyla şimdi Atatürk mahallesinde evler arasında kalan boş bir tarlanın ortasına çakılarak pilotunun Lüleburgaz’ı kurtarmak adına kendi canını vermesiyle sonuçlanmıştı.
Bu olay Lüleburgaz’da büyük üzüntü yaratmış ve hele Lüleburgaz’ı kurtarmak için kendi canını gözünü kırpmadan feda eden pilotunun hikayesi öğrenildiğinde böylesine bir Kahramanın adının ebediyen yaşatılması için dönemin Belediye Reisi merhum İrfan Oruç tarafından açılan bir kampanya ile şimdiki Gençlik Parkı içindeki havuzun olduğu yerde merhum Şht Hv Plt Ütgm İbrahim Gerçek adına görkemli bir Hava Şehitliği anıtı yaptırılmış ve açılmıştı, her yıl Hava şehitleri anma gününde okullardan gruplar burada uzun seneler yapılan törenlere katılmıştı. Ancak aradan geçen yıllar sonra 1980 yıllarda nasıl olduğu bilinen bir davranışla tıpkı yıllar önce Tavil Mehmet Paşa (Sokollu) Menzil Külliyesinin Kervansarayını ve Çifte Hamamını yıktıran Belediye Reisi misali Gençlik parkındaki özel anlamlı Hava Şehitliği anıtı bir başka Belediye Reisi zamanında kitabına uydurulup yıktırılmış maalesef Lüleburgaz halkımın şehrini kurtaranı unuttuğu bir işlem olmuştur. Bendenizin kitap yazma çalışmaları sırasında ortaya çıkan bu gerçeği ve yapılan bu haksızlığı medyaya haber olarak taşımakla birlikte bu olay duyulmuş büyümüş; merhum Şehidimizin anısına karşı yapılan bu haksızlığın telafisi ve bir başka yerde yeniden mütevazi bir büst anıt yapılması için şimdiki Belediye Reisine bu konuda yapılan başvuralar maalesef cevapsız kalmış ve Lüleburgaz’ı kurtaran bu kahramanın ismini yaşatılması için gösterdiğimiz çabalar sonucunda Ünlü Televizyoncu gazeteci Uğur Dündar bu konuyu TV de Arena programına taşımış dolaysıyla tüm Türkiye ve Dünya bizim vefasızlığımızı öğrenmiş oldu.
Buna karşılık olarak İlçemizde yeni yerleşim alanlarından olan çağdaş ve modern Burgazkent TOKİ Evlerinin sahasında yeni yapılan okula 20.04.2008 tarihli resmi başvurumuz üzerine Emlak Konut Gayrimenkul Ortaklığı A.Ş. tarafından 08.09.2008 tarih ve PMD.134.001.1395 sayılı yazılarıyla TOKİ idaresince “Şht.Hv.Plt.Ütgm.İbrahim Gerçek İlköğretim Okulu” adı verildiği büyük bir sevinçle karşılanmıştır. Ancak sonradan bir hata sonucu sehven bu isim kaldırılıp TOKİ Evleri “Burgazkent İÖO” denmesi kısa sürede fark edilip adının eskisi gibi olması onaylanmış ve işte geçtiğimiz Pazartesi günü resmi açılış yapılan bu okulumuzun adı 48 yıl sonra şehidimizin adının yaşatılacağı “MEB Lüleburgaz Şht.Plt.Ütgm.İbrahim Gerçek İÖO” adını almıştır.
Uzun yıllar sonrada olsada mütevazi uğraşılarım karşılığı hak yerini bulmuş ve Lüleburgaz için gözünü kırpmadan canını veren bir kahramana karşı olan “VEFA” borcumuz ödenmiştir. Bu konuda emeği geçen “Emlak Konut TOKİ İdaresi Yönetimine” ve Lüleburgaz İlçe ME Md Hayrettin İNCE’nin şahsında tüm ilgililere teşekkür eder ismi biraz uzun ama çok büyük anlamı olan bu okulun Türk ve Lüleburgaz Milli Eğitim Camiasına hayırlı uğurlu olması temennilerimle inşallah mezunları arasından daha nice kahraman ve aziz pilotların çıkması dileklerimle gelecekte yaşanacak günlerde her öğretim yılının başarılı olmasını dilerim.

23 Mart 2012 Cuma

BİR BELEDİYE BAŞKANI NASIL OLMALIDIR OKUYUN VE BİZİMKİ İLE KIYAS EDİN DERİM

“Yerel Yönetimlerde Belediye Başkanı nasıl olmalı ?” sorusunun cevabıdır.
Belediye Başkanı seçildiği zaman, hangi bölgeden seçiliyorsa, öncelikle o bölgenin tüm halkını, hiçbir ayrım yapmaksızın, kendisine oy vermiş-vermemiş düşüncesine girmeden, herkesi kucaklamalıdır.
Belediye Başkanının ilk görevi; Halkın derdini dinlemek, çözüm aramak ve Halk ile iç içe olmaktır. Belediyeciysen tüm halkının anne ve baba görevini üstlenmişsin demektir.
Halkın tüm sorumluluklarını taşıyabilecek bilinçte olmalısın.
Bir Başkan kişiye özel hizmet değil, genel hizmet yapmak zorundadır. Tüm Halka makamı açık tutmak zorundadır.
Çünkü Halk tarafından seçilen Başkanın işi mevki, makam, basit siyasetlerle uğraşmak değildir. Başkan demek “Halkına hizmet eden kişi” demektir. Kenid siyaset politikası ile yerine göre elimize kazma, kürek alarak veya çizme giyip hizmet etmeyi bilmeliyiz ve ben şahsım olarak bu hizmetleri onurla ve gururla yapmaktayım.

Belediye Başkanı hizmet yapacağı zaman ihaleye giren kişilerle hizmeti sınırlandırmamalıdır. Belediyenin menfaatini düşünerek, bizzat kendisi araştırıp, fiyatı düşük, Belediyeyi zarara uğratmayan, işi iyi yapan insanlara, bu hizmetleri yaptırmalıdır.
İhaleye çıkan işlerin bilgileri, maddi tutarları Halkla paylaşılmalıdır, şeffaf olunmalıdır.
Halk neyin, ne şekilde harcandığını bilmelidir. Çünkü bu para Halkımızındır.

Başkan olarak görevimiz de Halkın çıkarlarını korumaktır. “Ben Başkanım istediğimi yaparım“ düşüncesi ile hareket edemez, bir Başkan. Çünkü oturduğu koltuk daimi değildir, geçicidir.
Bu düşüncede olan bir Başkan, Belediyesi ister büyük olsun, ister küçük bir belediye olsun, her zaman batağa sürekler ve sürekli borçlardan dert yanar, bunun örneklerini Belediyelerimizde görmekteyiz.

Dürüstçe, yalan konuşmadan, Halkın ve Belediyenin çıkarlarını koruyarak hizmet etmek anlayışı ile çalışan Belediyeler her zaman ileriye gitmektedir.
Bunun örnekleri de mevcuttur.
Ben göreve geldiğimde bitmiş, tükenmiş, parasız, borçlu ve hiç yatırım yapılmamış bir belediye teslim aldım dememelidir. Bunun nedeni ise biraz önce örnekte sunduğum gibi, sadece kendi çıkarlarını düşünerek yürütülen Belediyecilik anlayışıdır. Tabiki herkes ektiğini biçecek zamanı gelince hesabını verecek.

Başkan yaptığı yapacağı hizmetleri , hangi şartlarda, ve hangi paralarla yaptığımı sürekli paylaşmalıdır. Her zaman duyuru yaparak, Gelir ve giderimi tüm Halkımla paylaşmalıdır.Asla taşeronluk sistemini kullanmamalıdır.
Neden mi ? çünkü temiz politikacı olmalıdır.Aksi halde üzerine şaibe yapışır ve Belediye adına Halkın her şeyi bilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bütün Belediye Başkanlarının da bu düşüncede olmasını istiyorum.

Bana göre Belediye Başkanı denildiği zaman, görev yaptığı yerin öncelikle birlik ve beraberliğini, huzur ortamını sağlamalıdır. Herkes Başkan olabilir, olmasına. Ama yönetici olamaz. Bir başkan korkmadan, çekinmeden kendisine güvenmeli ve yaptığı her işte vicdanı rahat olmalıdır ki; toplumun içine rahat girebilsin.Bizde maalesef yandaş ve kendi adamlarına yemekler ziyafetler yurtdışı geziler verilirken kimse yapılan yanlışlıkları sorgulamamaktadır.

Başkan denen kişi göreve geldiğimden bu yana Belediyemin gelir-giderini tek tek inceletmelidir.Eğer usulsüz bir duruma rastlarsam incelediğim her şeyi tüm ilçemiz Türkiye basını ile paylaşacağım demelidir.Eğer benimle ilgili bir usulsüzlük var ise, beni de araştırsınlar. Benim her şekilde gönlüm rahat, vicdanım rahat. Herkes yaptığının cezasını çekmelidir ki; Türkiye’ ye örnek olalım demelidir.

Bu şehrin başına bundan sonra gelecek başkanlar hizmet etmek istiyorlarsa dürüst bir politikayla hizmet etsinler. Başkanlığı becerebilecek kişiler varsa gelip aday olsunlar ki; Halkımız hizmet görsün, Belediyemiz her yönü ile örnek olsun ve o belediye başkanını tarih yazsın...

Bir belediye başkanı nasıl olmalıdır sorusuna cevaben şimdi bizimkisini önünüze koyun ve düşünün on yıldan beri sizlere hangi hizmetleri getirmiştir ve neler yapmıştır.Lütfen iyi düşünün particiliği bir kenara koyun elinizi vicadanınıza koyarak bu adamın yaptıkalarını bir düşünün hepis fos çıktı ve hepis rant uğruna harcandı.
1-İlk işi Ata İş merkezi adına içinde tuvaletleri bile olmayan merdivenleri insanı öldürecek şekilde uygunsuz tek asansörlü yangın merdivensiz nitekim yangın geçirdi ve yine tehlikede olmasına rağmen yangın merdiveni yoktur kimsede bunu sorgulamamaktadır.
2-Kongre meydanı denen sözde tarihi yerde yaptığı ilkokul müsamereleri benzeri etkinliklerde topladığı yandaşlarına sözde konserler verdirmekle -Belediye bütçesinden -yaptığı milyarlarca harcamalarla kendi reklamını yaptırmakta ve halka kalıcı hiçbir hizmet yapmamaktadır.
3-Yine sözüm ona Modern ve çağdaş Pazaryeri adı altında ilçemizin kırk yıllık pazaryerini kaldırıp dere boyuna taşımasının amacıda meğer rant sağladığı dünyaca ünlü bir AVM olan şirketin kazanmasını sağlamak olduğu şimdi herkes kabul etmektedir.Çünkü trilyonlarca liraya mal olan modern pazaryerinde esnaf yazın sıcaklardan pişmekte kışın ise soğuktan donmakta son çare olarak yapılan protesto için iş yerini kapatmaktadır.Yüzlerce usta pazarcı maalesef işini kaybetmiştir.
4-İlk icraatı olan Gençlik Parkı denen alanda kendisinden daha büyük olan 1963 yılında yapılan Şht Hv Plt Ütgm İbrahim Gerçek anıtını inkar etmiş olup hala yaptırmamıştır.
5-kongre meydanına koyduğu Atatürk ve Lüleburgaz halkı isimli Kompozisyonda resmen Atatürk'e benzemeyen uzaylı suratlı ellerinde eski SSCB zamanında gibi orak çekip olan cüce boylu heykellere milyarlarca lira ödemiştir.
6-İki kez yaptığı Taş ve Heykel Festivali adına yapılan 20 adet ucube gibi totem heykellerini koyacak yer olmadığından depoda tutarken şimdide üçüncü defa 10 heykel daha yapılmak için çalıştığı ortaya çıkmasına rağmen ben yaptım olur dediğim dedik madem ben başkanım belediye meclisi üyeleride benim emrimdedir diyerek yeniden milyarlarca lira harcayarak heykeller yapacağını ilan etmiştir.
7-Şehrin Trafik sorunu ve yolların yetersizliği günbe gün problem olarak ortaya çıkarken maalesef modern şehircilik ölmüştür.
8-Çöp sorunu için çözüm yolunun ilçemizin ölümü demek olan eskitaşlı merasına Trakyanın çöpünü getirip orada Çöp ayrıştırma alanı yaratmaka istemesi ve doğal olarak muazzam çevre kirliliğine sebep olacağı bilinirken hala bu konuda ısrar etmektedir.
9-Yaptığı yapacağı tüm hizmetlerinde kalıcı ve örnek olacak hiçbir hizmeti yokken çoğunluğu eline geçirdiği Belediye Meclisi üyelerine güvenerek ilçeyi adeta padişah gibi yönetmekte ve toplantılarda kendisini eleştiren muhaliflerine szö hakkı vermediği gibi bir dövmediği kalmaktadır
10-Şimdiye kadar yaptıkları tamamen ajitasyon provakasyon ve görüntü kirliliğinden öte geçmeyen buna rağmen partisini bile inkar eden bir zihniyetle görevden kaçan bir zihniyetteki bay başkan nasıl seçiliyor anlaşılmaz.
11-Önümüzdeki yıllar ne götürür ne getirir bilinmez lakin bence Bay Başkan küpünü doldurduğundan görevi mutlaka bırakacak ve yerine gelecek olan veliahtını lanse edecek parasına güvenerek gene parti değiştirerek MİLLETVEKİLİ olmaya çalışacaktır ve yine dört ayağı üzerine düşmesi muhtemelen iktidar partisinden aday olacaktır.
İşte bu gerçeklere rağmen bu yazımı okuyan herkese duyurum şudur Halk olarak artık yeter deyin ve bu zihniyeti artık sandığa gömün ve rahatlayın Allah büyük inş o günleri görürüz...

BİR ŞEHRİN BELEDİYE BAŞKANI NASIL OLMALIDIR?İŞTE SİZE DÜŞÜNCELERİM?

Nasıl bir Belediye Başkan OLMALIDIR? Bu soruyu sordum kendime ve kafamda bir Başkan modeli yarattım… Bana göre bir Belediye Başkanı şu özellikleri taşımalıdır… Bunları sizlere madde madde sıralamak istiyorum nacizane:
1. Öncelikle bu kişinin vizyonu ve bu vizyona ulaşmak için belirlediği bir takım kuralları ve de prensipleri olmalıdır… (Bizde Sözüm ona var ama hep boş işlere asla kalıcı ve hizmete yönelik değil)
2. Sağlam karakterli, kararlı ve dürüst olmalıdır
3. Haktan ve adaletten yana olmalıdır.(Bizde asla ve katta adaletli olmayan birisidir)
4. Egitimli, birikimli ve konulara olabildiğince hakim olmalıdır
5. İnsanlara karşı saygılı, güleryüzlü ve nazik olmalıdır.(Bizde makamından beğenmiyorsanız başka yere gidin deniliyor)
6. Harekete geçirme ve de etkileme gücüne sahip bir karizması olmalıdır.(Bizde bu var ama buz pistine müsamerelere taş festivallerine vs var )
7. Mücadele ruhuna sahip olmalıdır ve yüreklendirici ve de cesaretlendirici bir kişiliği olmalıdır
8. Takım ruhuna sahip olmalıdır ve kendi hırslarının ve isteklerinin esiri olmamalıdır
9. Tüm fikirlere, yeni düşüncelere, yeniliklere açık olmalıdır ve de gelişmeleri sürekli takip etmelidir
10. Merhametli olmalıdır
11. Yaratıcı düşünceye sahip olmalıdır.(Bizde yaratıcı düşüncelere düşman olup hep ben bilirim ben yaparım bana akıl vermeyin para verin diyen bir kafadır)
12. İyi işler yapmaya istekli olmalı ve işine tutkuyla sarılmalıdır
13. İleri görüşlü, daima iki adım önde koşma becerisi olmalıdır
14. Olayları doğru analiz edebilecek analitik bir zekaya sahip olmalıdır
15. Çabuk ve etkilenmeden karar alabilme yetisi olmalıdır
16. Mutlaka yurt dışında benzer bir beldeyi görmüş veya bu konuda az da olsa fikri olmalıdır
17. Kültürel tarihimizi bilmeli ve buna önem vermelidir
18. Ayrımcılık ve kayırmacılık gibi ucuz politikadan uzak, şeffaf ve de cesur olmalıdır
19. Halkını iyi tanıyan sosyal bir insan olmalı, kültürel faaliyetlere ilgi göstermelidir ve bu alanda şehri canlandırmalıdır(Bizde sözde soyadı Kültür olan bu şehirde kültür adına yapılanlar birer balon olup resmen boş işlerdir)
20. Yaptığı veya yapacağı işlerle övünüp kendine rant sağlamak yerine, gözü sürekli ilerde olmalı ve de şehrin ruhuna yakışır davranmalıdır.(Bizde her işinde Hale Bak dedirtmiştir)
21. Kendinden emin, sorumluluğunu bilen, sinmeyen, korkmayan, yürekli, başı dik, onurlu ve gururlu bir insan olmalıdır
22. Kendisiyle barışık, sempatik ve iyi niyetli olmalıdır
23. Şehrini ve insanını sevmeli, onlar için sürekli kafa yormalı, gerekirse uykusuz kalabilmelidir
24. Şehrin fiziki, sosyal ve kültürel kaynaklarını iyi bilmelidir ve bunları harekete geçirebilecek heyecanı ve azmi olmalıdır
25. Dil, din, ırk ayırımı yapmaksızın, gözü insana dönük olmalıdır.. önce insan demelidir...
Hızımı alamadım bir sürü özellik sıraladım.. Bu vasıfların hepsine sahip birini bulmak galiba imkansız…Böyle birisi bir defa bu dünyaya geldi ve bütün ülkeyi kurtardı, Türkiye Cumhuriyetini kurdu…Ben şimdi insaflı davranıyorum ve çıtayı olabildiğince aşağıya çekiyorum ve de bu sıraladığım kriterlerden en az 5 tanesine sahip bir aday var mı, soruyorum? Böyle bir insan tanıyor musunuz? Bizde bir adamı üç kez seçen bir zihniyetin çıkarı nedir diye merak etmemek elde değildir.
Diyelim böyle uzaylı bir başkan bulduk, peki ne isteyeceğiz ondan? yani ne yapmalı bizim başkan? Bu sorunun yanıtını ve başkanın hangi özelliklere sahip olması gerektiğini, oy verecek insanlar mutlaka oturup etraflıca düşünmelidirler… Halkı vereceği oylardan kendisi sorumludur... partiler ise adaylarından... ne demiş ünlü bir düşünür: herkes layık oldukları şekilde yönetilirler…
Ben, Belediye hizmetlerinin en AZ seviyede olduğu bir Trakya şehrinde yaşıyorum… Bizde üç defa üstelik parti değiştirmesine rağmen seçilen başkanı ÖRNEK OLMASI GEREK OLAN ŞEHİRLERi görmeye davet ediyorum, bunlar Kocaeli,Fethiye,Antalya,Marmaris,Kuşadası, Ordu,Trabzon,Bartın Akçakoca,ve daha yüzlerce sayamadığım yerleri görsün isterim buraları… buradaki hizmetleri, yaşamı görsün… insanca yaşamanın anlamı nedir, bilsin istiyorum… kalın sağlıcakla…

İKİ İNANÇ BİRBİRİNDEN ASLA AYRILMAZ

Son yıllarda Sünnîliğin lugattaki anlamını bile okumaya zahmet etmeden bazı cahiller veya provakasyoncular televizyonlarda konuşmaya, gazetelerde fıkra yazarı olarak ahkam kesmeye, hükümler ortaya koymaya, Alevîliği Sünnîliğin karşıtı gibi yazıp söylemeye başladılar.
Sünnet, vahiy yolu ile nâzil olan Kur'ân-ı Azimüşşan'ın sûre ve âyetlerinin Hz. Peygamber (S.A.V) tarafından uygulamaya konulmasıdır.
Kur'ân'ın anlamının anlatılması, namaz, oruç, hac ve zekâtın uygulanmasıdır. Bunu benimseyen Müslümanlara Sünnî denilir. Sünnîlik, dinde mezhep değildir. Bizzat Hz. Peygamber (S.A.V) tarafından uygulanmasıdır.
Mezhepler, Hz. Peygamber'den (S.A.V) 150-200 sene sonra ashâbın nakillerine göre ortaya çıkmıştır. Hanefî, Malikî, Hanbelî ve Şafi mezhepleridir.
Hiçbirisi sünneti reddetmez ve itiraz etmezler. Ancak Hz. Peygamber (S.A.V) zamanındaki uygulamalarda, ashâbın görüşlerindeki farklılıklar, mezheplerde esasta değil, teferruatta farklı uygulamalara sebebiyet vermiştir.
Mezhepler, Kur'ân-ı Azimüşşan'ı, namazı, orucu, hac ve zekâtı reddetmezler. Ancak, şeklî ayrılıklar bile mezhepler arasında büyük ihtilaflâra sebep olmuştur; olmaktadır.

Hz. Ali (R.A.) dördüncü halifedir. Hz. Peygamber'in (S.A.V) yeğeni, damadı ve İslâmiyet'i ilk kabul eden ashâbtandır.
Hz. Peygamber (S.A.V.)'in uygulamalarını yakinen takip edenlerdendir. Sünnîlerin önde gelenlerindendir.
Halifeliği döneminde uygulayanlardandır.
Alevîlik, Hz. Ali (R.A) ve onun soyundan gelen Oniki İmam'a mensubiyettir.
Hz. Ali'ye mensup olanların Kur'ân-ı Azimüşşan'ı, namazı, orucu, hac ve zekâtı reddetmeleri mümkün değildir.
İslâm'ın esasını reddediyorlarsa, o zaman Hz. Ali (R.A.) ile ilgileri yok demektir.
Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri, adı üstünde, hacı olmuştur; Sünnîdir. Bektaşîlik, tarikattir.
Mezhep ve tarikatlarda, ibadetin yanında âyin de vardır.
Mevlid, Hz. Peygamber'e naattır; evde de okunur, camide de okunur. İbadet değil, âyindir. Mevlid arasında okunan Kur'ân, ibadettir. Mevlevî, Bektaşî, Alevî, Kadirî âyinleri de, ibâdet değil, âyindir.
Âyinler arasında usûlüne uygun tek tek ve cemaatle kılınan namazlar ibadettir.
Namaz kılınmıyor, Kur'ân okunmuyorsa, yapılan âyindir, ibadet değildir.
Memleketimizde, Türkiye'mizde cami, yol, çeşme, köprü gibi vatandaşların faydalanmaları için yapılan yapılar, şahıslar ve vakıflar tarafından yaptırılmıştır.
Yaptırmaya iştirak edememişse, sonradan onların bakım, onarım ve işletmeye açık tutulması için de vatandaşlar tarafından tarla, bağ, bahçe, dükkân, ev bu işlere vakfedilmiştir.
Camilerin bakım ve onarımı ile imam, hatip, müezzinlerin geçimleri bu vakfiyelerle sağlanırdı. Devlet herhangi bir ödeme yapmazdı.
özetle yok birbirimizden farkımız demek ve ayin ile ibadeti karıştırmamak gerektir.Bu böyle biline derim.

BİLMEMEK AYIP DEĞİL ÖĞRENMEMEK AYIPTIR OKUYUN ÖĞRENİN VE ONA GÖRE KONUŞUN

SÜNNİLİK İNACINDA İNANÇ VE DİN UYGULAMALARI
Namaz : Günde 5 kez ezan ile icra edilen ibadet
Oruç : Ramazan ayında oruç tutmak. Şiilikte günbatımı, güneşin tam batımı anlamına geldiği için Sünnilerinkine göre birkaç dakika gecikir.
Hac : (Pilgrimage) Mekkedeki Kabe bölgesinde hac ibadetinin gereklerini yerine getirmek. Şiilikte Hac bittikten sonra Medine'deki Muhammed'in mezarı ve imamlar ziyaret edilir. Bunun dışındaNecef'teki İmam Ali Türbesi ve Kerbela'daki İmam Hüseyin Türbesi, Onikicilikte Meşhed'deki İmam Ali Riza Türbesi gibi imamzadeler ziyaret edilir.
(Ancak Şiilikte, "Hac vazifesi yerine getirildikten sonra Peygamberin ve İmamların kabirleri de ziyaret edilmelidir" diye bir şart yoktur. Şiiler, Peygamber'in veya İmamlar'ın kabirlerine yapılacak olan ziyarete de Hac demezler. Şiilere göre Hac sadece Kabe'ye yapılır.)
Zekat : Fakirlere dağıtılmak üzere belirli gelir grubuna sahip insanların gelirinden yaptığı yardım.
Hums :(Beşte Bir) Bazı malların dini vergisini dinde belirlenen yerlere vermek mesela fakirlere ve seyyidlerin fukerasına vermek.
Cihad (Mücadele) : Allah adına mücadele etmek. Cihad iki türlüdür. İlki insanın yaşamının her aşamasında iyiyi yerine getirmek adına nefsiyle verdiğidir ki buna "Büyük Cihad" denir ikincisi de "Küçük Cihad" denilen kişinin dışında olan kötülüklerle mücadelesidir.
Emr-i Bil Maruf : İyiliği emretmek
Nehyi Anil Münker : Kötülükten sakındırmak
Tevella : Ehl-i Beyti ve onların takipçilerini sevmek
Teberra : Ehl-i Beyt'in düşmanlarından kişinin tüm ilişkisini kesmesi
Şiilik ile Sünnilik arasındaki anlayış ve uygulama farkları
Şiiler, Muhammed'den sonra hilafet'in Ali ve soyuna ait olduğunu savunur ve sünnilerin meşru ve dince makbul kabul ettikleri ilk üç halife (Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın) hilafeti Ali'den gasp ettiklerine inanırlar. Yezid'in babası Muaviye konusunda ise bir ayrılık vardır. Şiiler Yezid hakkındaki görüşlerin benzerini Ali'nin hilafetine karşı çıktığı için Muaviye için de sürdürürler ancak Sünniler Muaviye'nin bir "ictihad" yaptığını ve ictihadında yanılsa bile Kur'an'ın vahiy katibi ve peygamberin eshabından olduğu gerekçesiyle hakkında kötü ifadede bulunmaktan kaçınırlar. Şiiler ise peygamberin sahabesinden olmasının daha sonra yaptığı çirkinlikleri örtemeyeceğini anlatmaktadırlar.
Sünnilere göre iktidar siyasi bir meseledir. Peygamberi bile ilgilendirse dahi bir soy meselesi olarak değil, ümmetin kendi içinde istişare ile çözeceği bir konu olarak görülür ve genellikle "devlet başkanına itaat" kültürü hakimdir, Peygamber ve akabinden gelen raşid halifeler hem devlet başkanı idiler hem de imam. Onlardan sonra bu görevlerin ayrıldığından söz edilebilir. Şiilerde ise iktidar inanç meselesidir ve meşru siyasi lider aynı zamanda ruhani liderliği de elinde bulunduran Ali ve soyundan gelen imamlara aittir. Caferi şiasında kıyamete kadar gizli kalan Mehdi dahil 12 imamın günahsız olduğuna, "Peygamberlik vahyi alma" hariç, "günahsızlık" ve benzeri konularda peygambere benzediğine inanılır.
Küçük yaşta gaip (saklı) olan 12. imamın ölmediğine ve halen hayatta olup kurtarıcı (mehdi) olarak tekrar geri döneceğine inanırlar.
Şiiler Tehlike anında inancı saklamanın (takiyye) caiz olduğuna inanırlar.
Muta nikahının (belirli bir süreyle sınırlandırılmış evlilik) sünnilerin kabullenmemesinin aksine dinen uygun (caiz) olduğuna inanırlar. Şiilere göre bunun peygamber zamanında yapılması uygun görülmüş, Kur'an-ı Kerim'de de onaylanmıştır.

Alevilik ve Şiilik
Alevilerin büyük bir çoğunluğu kendini Şii olarak tanımlamamakta, bununla beraber Aleviler arasında Aleviliğin İslam dışı olduğunu savunan Alevilerde bulunmaktadır .Şiilik, İslamiyet'in Sünniliktensonra dünyada en çok mensubu olan ikinci zümresidir. Bununla birlikte Batılı kaynaklarda Alevilik, genellikle bir Şii inanci olarak ya daTürk veya Osmanlı Şiiliği olarak tanımlanır. Bazı araştırmacılar ve Batı'lı teologlar ise, Şiiliğin fıkıh mezheplerinden Caferiliği'ni benimseyen İslam inancının Anadolu'daki tasavvuf uygulaması Caferilik olarak adlandırılır. Türkiye ve Türkiye dışını kıyasladığımız zaman, Türkiye Türkleri arasında yaşayan "Şiilik" tarifesinin Türkiye dışındaki "Şiilik" tarifesine benzemediğini görüyoruz. Türk sözlüklerindeki "Şiilik" tarifesi ne kadar Türkiye dışındaki tarifeye benziyorsa da, halk arasında "Şiilik" teriminin "Caferi mezhebi"nin bir diğer adı olarak anlamlandırılır. Bunun nedeni tartışılması ve araştırılması gereken bir konudur. Türkiye'de Şiilik teriminin Caferi mezhebi ile eş anlamlı kullanılmasından dolayı, Alevilerin bir kısmı doğal olarak da kendilerini Şii saymazlar. Fakat Alevilerin en kutsal eserlerinden olan Buyruk'ta, Şii sözcüğünün "Ali yandaşı" veya "Ali yolcusu" şeklinde bir tanımlaması mevcuttur. Alevilere benzerlik gösteren inanış grupları ise Şiilik terimini Türkiye dışında varolan Şii tarifesine uygun olarak, "Ali yandaşlığı" olarak tanımlarlar ve dolayısıyla da kendilerini de Şii olarak görürler (İran Ehli Hak'lari, Suriye Nusayri'leri, Arnavut Bektaşi'leri ve Nizari İsmaililer bunun örnekleridir.
Türkiyeve Suriye'deki Aleviler, bu ülkelerdeki Şii nüfusun çoğunu oluştururlar. Türkiye'de heterodoks Şii olarak tanımlanan Alevilerin yanı sıra bazı yerleşim birimlerinde BAŞKA İNANÇLI Ortodoks Şiiler de yaşamaktadır.