4 Nisan 2012 Çarşamba

12 EYLÜL AYNEN YAZIDIR

CUMHURİYET GAZETESİ - 12 EYLÜL 2000

DÜNYADA BUGÜN - ALİ SİRMEN
12 Eylül
20 yıl önce, 12 Eylül sabahı Türkiye bir kez daha darbeyle uyandı.
Kimse şaşırmamıştı.
12 Mart 1971'den 12 Eylül 1980'e kadar nefes nefese geçen 19.5 yıl boyunca Türkiye ne siyasi istikrarı yakalayabilmişti, ne toplumsal barışı, ne de ekonomik dengeyi.
Siyasi iradenin aczinin doğurduğu boşluğu birilerinin dolduracağı kesindi ve nitekim öyle oldu da.
Türk Silahlı Kuvvetleri adına hareket ettiklerini söyleyen 12 Eylül'cüleri, darbeyi yaptıkları için kınayıp eleştirmek abes olur.
Unutmamak gerekir ki, 12 Eylül'ün tek sorumlusu onlar değillerdi. Darbedeki sivil sorumluluk da, en iyimser deyişle en az askeri sorumluluk kadardı.
11 Eylül koşullarının, 12 Eylül sonuçlarını doğurması, 12 Eylül'ün 11 Eylül'ü izlemesi kadar doğaldır.
Ama iktidara el koyanlar, özellikle liderleri bilinçli olmasa ve kulağına fısıldananları yerine getirmiş olsa da, ülke içinde cumhuriyet tarihinin en büyük yıkımlarından birine yol açtılar.
****
12 Eylül'ü yapanların kişiliklerinde, vatan hainliğini, demokrasi düşmanlığını, işkenceci sadistliğini aramak, tıpkı onların yaptığı gibi doğru tanılara varmamızı engelleyip bizi yanlışın çıkmazlarına yöneltir.
Onlar her yerde düşman ve hain arayarak yola çıkarken yanlış bir tanıdan hareket ediyor, Türkiye'nin asıl sorunlarını göremiyor ve politik ekolojik dengeyi altüst ederek, sosyal yapıya büyük bir darbe indiriyor, aynı zamanda gerçek tehlikenin karşısındaki bütün rakipleri saf dışı bırakarak, ona arka çıkarak daha da büyümesine neden oluyorlardı.
Ama içlerinden, sonra büyükelçi olan birini hariç tutarsanız, o gün iktidarın dizginlerini ellerine almış bulunan kadronun çapı bütün bunları bilinçli olarak yapmalarına elverecek düzeyde değildi.
12 Eylül'ün lideri Kenan Evren , toplumu içinde bulunduğundan daha beter çıkmazlara yöneltecek, büyük değişimlerin bilinçli faili olacak yapıda bir kişi değildi.
Emeği düşman gören, Türkiye'yi mevhum bir komünizm tehlikesinden kurtarmakta olduğunu sanan, kahvede iki dübeş ile bir düşeş arasında, televizyona göz atıp bilmediği konularda, ''Bunları asmayalım da besleyelim mi'' türünden fikirler beyan eden kerizlerle, aynı dili kullanmayı bilen Evren müthiş bir kerizmatik güç kazanıyordu.
O kerizmayı karizmayla karıştırıyor, kerizmanın kendisini sürüklediği yöne toplumu da götürüyordu.
Yoksa öyle kötü bir adam değildi Evren.
***
Türkiye'deki gerçek irtica tehlikesini görememiş olan Evren ve kadrosu, aydınlarla, üniversitelerle, basınla, siyasal partilerle, sendikalarla ters düştükçe, irticanın kucağına doğru savrulmaktaydı.
Evren ve kadrosunun yaptıklarını, Necmettin Erbakan rüyasında görmeye bile cüret edemezdi o zamanlar.
Türkiye'de Evren'den başka kimse, asıl amacı şeriatı yaymak olan Rabıta örgütüne, devletin yabancı ülkelerdeki din görevlilerinin maaşını ödettirme sorumluluğu altına böylesine korkusuzca giremezdi.
Uğur Mumcu 'nun çok önceden gözler önüne serdiği, ''tarikat-ticaret-siyaset'' üçgenini kavramamış olan 12 Eylül'cüler, Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük tehlikenin beslenmesine büyük katkıda bulundular.
Ne gariptir ki, onlara en büyük tepki içinden çıktıkları ocaktan geldi.
Gerçekten ardında halk desteği ve kamuoyunun haklı kaygısı bulunun 28 Şubat, aslında 12 Eylül'ün doğurduğu sonuçlara karşı geliştirilmiş bir süreç değil midir?

12 EYLÜL AYNEN YAZISIDIR

CUMHURİYET GAZETESİ - 12 EYLÜL 2000

İŞÇİNİN EVRENİNDEN - ŞÜKRAN SONER
Devam Ediyor Hâlâ...
12 Eylül, amaçlanan bütün sonuçları ile devam ediyor hâlâ...
Keşke 12 Eylül kaynaklı sorunlarımız, temel amaç ve ilkeleri ile yerli yerinde duran yasaklı 12 Eylül Anayasası ve yasaları ile sınırlı olsaydı. Yeniden baştacı (!) ettiğimiz siyasi yasaklıların yasaklarını referandum kampanyası ile kaldırırken arkasının geleceğini, adım adım demokratikleşmenin gerçekleşeceğini ummuştuk.
''Kendim için istiyorsam namerdim'' diye diye kendileri için istedikleri kadarı ile demokratikleşmeyi elde edip siyasetin başına, iktidara geldiklerinde; Demirel' i, Ecevit' i, Erbakan' ı, Türkeş' i, vatandaş için demokrasiyi, kendi keyfi iktidarları için çok görerek ayak sürüdüler. Aradan yıllar geçti. Kendi hesaplarına uygun düştüğünde pek çok kez anayasanın orasını burasını değiştirdikleri halde, 12 Eylül'ün yasaklı düzeninin bütünlüğünü düzeltmeye yönelik anlamlı bir adım atmadılar.
İstediklerinde gece yarısı yasaları çıkarmakta mahir hükümetlerimiz, bırakınız anayasayı, yasaklı siyasi partiler, sendikalar, dernekler, toplumsal yaşam, örgütlenmeye ilişkin.. yasalarını bu anayasanın üzerindeki, yine 12 Eylül'ün marifeti yasaklarından ayıklamak üzere kıllarını kıpırdatmadılar.
İktidarı ele geçirenlerin, en sıradan bir örgütlenmeden devlet gücünü kullanmaya uzanan bir halkada, nerede olurlarsa olsunlar, 12 Eylül öncesinde düşlerinde göremeyecekleri iktidar gücünü keyfi kullanabilecekleri bir ortam doğmuştu.
Seçim kaybettirmeye, akıl almaz siyasi gaflara, en kötüsü her tür kirlenmeye adı bulaşmış parti liderlerinin partilerinin başında dimdik ayakta durabilmeleri, yeniden yeniden ülkeyi yöneten koltuklara gelebilmeleri nasıl böyle genel bir hal aldı ki? İşçinin çıkar örgütü sendikalar, 12 Eylül artı sermayenin küresel saldırısı karşısında eriyip giderken sendikacılıkta havlu atmış, sendikacılık sayesinde hem de kirli çıkar ilişkileri içinde köşe dönmüş sendikacıların hâlâ sandıktan çıkabilmeleri nasıl açıklanabilir ki?
Kirli servetlerinin hesabını veremeyecekler, yakın çevreleri ile birlikte, her tür hukuk, yasa, hak dışılıkla köşe dönenler, toplumun her kesiminde nasıl saygın insan muamelesi görebiliyorlar? Başını çektikleri siyasetin, örgütlenmenin mezhebine göre, kimilerinin ayakları yıkanıyor, kimilerinin her ayak bastıkları yerde kurban kesiliyor, el öpme kuyrukları oluşuyor. Emek örgütlerinin başında olanlarda bile işçiyi, emek haklarını hor gören, küfrü, hakareti esirgemeyen, işçinin hakkını satanlar revaçta.
Siz, siz olup onların yerinde olsanız, demokrasinin işletilmesine yarayacak demokratikleşmeyi, 12 Eylül'ün hukuk düzenini değiştirmeyi ister misiniz? Sandık demokrasisine dönüşmüş, ayarlanmış delegelerle yeniden yeniden seçilme olanağını tanıyan, örgüt demokrasisini rafa kaldıran yasaklı düzenin aynen yürürlükte kalması için elinizdeki iktidar gücünü kullanmaz mısınız?
Siyasi partilerin, sendikaların, hatta sivil toplum örgütlerinin, yönetim kadrolarının belirleyiciliğinde 12 Eylül'ün yasaklı düzenine ayıp olmasın diyerek adı konmadan sahip çıkılması, bunca yıl sonra değişmemesi için ayak sürümesi anlaşılır bir şey. Ya yasaklar yüzünden doğru dürüst örgütlenemeyen, binbir güçlük ve özveri ile örgütlenebilse de örgütlenmenin nimetlerinden, gücünden yararlanamayan kitlelere ne oluyor? Çoğunluk, yükselen değerlerin, medyanın yarattığı kafa karmaşasında, kendine, çıkarlarına bile yabancılaşmış; neye, niçin karşı olacağını bile bilemeden, yönünü çizemeden homurdanmakta. Aslında yakındığı kirli düzenden kırıntısı da olsa pay kapma çabasında.
Bugün 12 Eylül'ün 20. yıldönümü. 12 Eylül'ün yasaklı düzeni bütün sonuçları ile yürürlükte. Buna karşı anlamlı, örgütlü bir ses, karşı çıkış var mı? Hani utanılmasa, 12 Eylül'ün kutlaması, bayramı bile olacak.

12 EYLÜL HAKKINDA AYNEN BİR YAZIDIR

CUMHURİYET GAZETESİ - 12 EYLÜL 2000

IŞIL ÖZGENTÜRK
Bir 12 Eylül hikâyesi
Keşke yazıma günün tarihine bakmadan başlasaydım. Ama baktım ve bu yazının sizlere 12 Eylül günü ulaşacağını gördüm. 12 Eylül, belleğin önlenemez unutkanlıklarına rağmen pek çoğumuzun atlayamadığı, boş veremediği bir gün. Oysa aradan tam yirmi yıl geçmiş, o yıl doğan çocuklar şimdilerde internette sörf yapıyor ve hüznün mevsimi sonbahar bir kez daha bizi gizemli hikâyelerine doğru sürüklüyor.
Ben elimde olmadan sonbaharın gizemli hikâyelerine boş veriyorum. Yirmi yıl önce Davutpaşa Kışlası'nın önündeki bir kış gününü anımsıyorum.
Kar insafsızca, hiç durmadan yağıyor. Geçici tutukevi yapılan Davutpaşa Kışlası'nın aşağı giriş kapısındayız. Tutukevi olarak kullanılan ana bina tepede; girişten oraya en az üç kilometrelik bir yol var.
Okulların yarıyıl tatili üç gün önce başlamış. Bu nedenle görüş yerinde adlarını yazdırmak için bekleyenler arasında çocukların sayısı artmış. Her yaştan çocuk, insafsızca yağan karın altında, apaçık, rüzgârlı bir arazide saatlerdir bekliyor.
Bekliyoruz. Kadınlar ve çocuklar saatlerdir bekliyoruz. Mahkûm yakınlarını yukarı, tutukevinin oraya götürecek üç cemseden ikisi cezalandırılmış. Bu nedenle gidiş geliş tek cemseyle yapılıyor. Bu saatler süren bekleme ondan.
Çocukların ayakları, elleri buz kesti. Annelerin, bacıların, anneannelerin sözleri, hikâyeleri onları avutmuyor artık. Sıcak bir yer özlüyorlar. Aylardır göremedikleri babalarını, ağabeylerini çok özlediler ama şimdi görmeseler de olur, yeter ki, sıcak bir yere kavuşsunlar.
Karın altında çaresizlik diz boyu. En fazla yirmi beş kişi alan tek cemse tepeden usul usul iniyor. Vakit iyice ilerlemiş. İki cemse cezalı olduğundan, saatlerdir bekleyen mahkûm yakınlarının büyük bir kısmına sıra gelmeden ''görüş saati bitti'' denilecek ve bekleyenler özlem dolu yürekleri bir kez daha acımasızca burulmuş, evlerinin yolunu tutacaklar.
İçimizde biri var ki, o mutlaka babasını görmeli. Henüz beş günlük. Mavi gözleri hâlâ yumuk, ellerini güç açıyor ve hiç sesini çıkarmadan o da saatlerdir bekliyor. Babası, onu bugün ilk kez görecek. O henüz ana karnında üç aylıkken babayı tutukladılar. İşkencelerden geçirdiler. Baba bütün aşağılanmalara, bütün fizik acılara onu düşünerek katlandı. Şimdi tepede, tutukevinde en iyi giysilerini giymiş, saçlarını taramış ve elinde kendi ördüğü yeşilli, allı bir bere küçük kızını bekliyor. Beş günlük küçük kızını.
Ama böyle giderse baba küçük kızını göremeyecek, çünkü iki cemse cezalı. Dayanamıyorum, ben saatlerdir eşimi görmek için bekledikten sonra görmeden dönebilirim ama bu beş günlük küçük kız babasıyla mutlaka buluşmalı. Çünkü babasının belki de yıllarca sürecek mahpusluğunda bugünün önemi büyük. Baba bunca işkenceye bu nedenle dayanabildi, küçük kızının yüzünü görebilmek için dayanabildi.
Dayanamayıp görüş yerindeki yüzbaşıya cemselerin neden cezalı olduğunu soruyorum. Yüzbaşı, gayet net bir biçimde, gece mahkûmların fazlasıyla gürültü yaptıklarını, iki cemsenin de bu nedenle cezalı olduğunu söylüyor. Cemseler, az ötede ağaçların altında duruyor ve biz bekliyoruz.
Yüksek sesle, ''cemseleri cezalandırmanın bizi cezalandırmak olduğunu, görüş hakkımızın açıkça gasp edildiğini'' söylüyorum. Yüzbaşı şaşırıyor. ''Bağırmadan konuşun lütfen'' diyor. ''Verilen emir değiştirilmez, o cemseler cezalı ve siz bekleyeceksiniz.''
''Başka bir araç bulun'' diyorum, ''cezalı olmayan bir araç. Aramızda çocuklar var, hiç olmazsa onlar babalarını görsün!'' Sesim mutlaka yüksek çıkıyor ama artık ip koptu. Bu arada arkamda, yanımda, sağımda, solumda sesler duyuyorum.
''Aman sakin ol. Adamları kızdırma.''
''Emir büyük yerden, ne yapalım başka bir gün geliriz.''
''Sana mı düştü, cemselerin hesabını sormak. Şimdi hepimizi cezalandıracaklar.''
Evet çok iyi anımsıyorum, bu sözleri duyduğumu çok iyi anımsıyorum. Önce şaşkınlık gelip buluyor beni, ardından derin bir hayal kırıklığı. İki kişi dışında herkes sessizce beklemek yanlısı.
Sessizce beklemek.
Ne yapalım bu böyle, beş günlük kız çocuğu babasını göremeyecek.
Birden bir şey oluyor, cezalı iki cemse hareket ediyor ve bulunduğumuz yere gelip duruyor. Çoluk çocuk sevinç içinde cemselere binip tepeye yollanıyoruz. Herkes gülüyor, herkeste inanılmaz bir sevinç.
Ben suskunum. Birden bir el omzuma vuruyor. Beş günlük kız çocuğunun annesi.
''Sağol'' diyor, ''iyi ki, sen ve diğer iki arkadaş susmadınız. İyi ki, susmadınız.''
Ve cemseler tutukevinin kapısında bizleri bırakıyor.
Nereden baktım tarihe. 12 Eylül denince aklıma neden bu anı geldi bilmiyorum. Belki de 12 Eylül derin bir hayal kırıklığı olduğu için, bilemiyorum.

12 EYLÜL İÇİN YAZILANLARDAN BİR DEMET AYNEN

SABAH GAZETESİ - 12 EYLÜL 2000

CENGİZ ÇANDAR
40 yıl önce; 20 yıl sonra...
12 Eylül askeri darbesinden bu yana, 20 yıl su gibi akıp geçmiş... Bu işlerin başı ta 27 Mayıs 1960'a dayanır, ucu ise 28 Şubat 1997'ye ve bugünlere uzanır...
27 Mayıs 1960'ta, ortaokulun hazırlık sınıfında yıl sonu sınavlarına hazırlanan küçük bir çocuktum. "İhtilal" haberi geldiğinde çok sevindiğimi hatırlıyorum. Ne de olsa, koyu CHP'li bir ailenin çocuğuydum. Demokrat Parti iktidarının yıkılması, bana ancak memnuniyet verebilirdi.
Kısa süre sonra Ankara'ya döndüğümde, Milli Birlik Komitesi üyesi "ihtilalci" subayların bir bölümü "aile dostu" haline gelmişti. O yaşlarda, öylesine bir çevre ve ortamda, "askeri darbe"lere ilişkin olumsuz düşünceler edinebilecek durumda olamazdım.
Üniversite yıllarımda, o birikimle, Orduevi önünde "ordu-gençlik elele" diye slogan atan öğrencilerin başlarındaydım. Orduyu, DP'nin devamı sayılan AP iktidarına karşı "görev"e çağrıyorduk. Ordu, iktidara el koyarsa, bundan sıkıntı duymayacaktık.
Bir süre sonra, ordu iktidara el koymadı ama müdahale etti. 12 Mart 1971. Sol hareketin en önemli beyinlerinden biri çıkarttığı dergide "Ordu kılıcını attı" diye, müdahaleyi selamlamıştı.
12 Mart, bizim kuşağı biçti. Hepimiz bir yana savrulduk. Kimimiz zindanlara, kimimiz zorunlu sürgünlere, kimimiz idam sehpalarına, oradan toprakaltına, mezarlara...
Benim gibi bazıları açısından, 12 Mart bir "katharsis" idi. O tarihten bu yana, hiçbir gerekçeyle, hiçbir askeri müdehaleye sempati duymadık. Duyamazdık. Duymayacağız.
Bugün 20'nci yıldönümüne denk gelen 12 Eylül'e de duymadık. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, bizden sonraki gençlik kuşağını, bizimkine rahmet okutacak ölçüde perişan ve lime lime etti. Türkiye'de bugünkü tüm olumsuzlukları "anayasal" biçimde kurumsallaştırdı.
12 Eylül'ü, geriye doğru 27 Mayıs'a; ileriye doğru ise 28 Şubat'a uzatmadan "anlam ve önemi"ni kavramak mümkün değildir. Gerçi, her darbenin biçim ve içerik olarak "özgün" yanları bulunmakla birlikte, ortak noktaları, "siyaseti doğal akışından" çıkarmış olmalarıdır. Ortak noktaları ise "askeri müdahale" olmalarıdır. O yüzden, hala, AB adayı bir ülkede, "demokratikleşme" kavramından söz ediliyor; çünkü Türk demokrasisi, askeri darbeler ile "kesinti"ye uğratılmış, en hafif tanımıyla bir "eksik demokrasi"dir.
Türkiye'de biçim bakımından birbirinden farklı dört darbenin üçü, aynı döneme aittir. Soğuk Savaş dönemi... Dış mihrak, Sovyetler Birliği olduğu için, "iç düşman" şartı vardı. Gerçi, bu tanıma "komünistler" uygun düşecek olsa da, solun, hatta liberal demokrasi talebinin her türü, "her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde" solun "türevleri" sayılarak, hedef haline getirilmişti. Türkiye'nin egemenleri, demokrasi terbiyesi ve kültüründen gelmedikleri için, hasım düş güçler kadar hoyrattılar.
Bu üçünden dönem bakımından ve dolayısıyla biçim bakımından da çarpıcı biçimde ayrılan 28 Şubat 1997'de başlayan süreçtir. En hinoğluhini ve en ustacası budur. Öyle ki, 12 Mart ve 12 Eylül karşıtlarının önemli bir bölümünü de, "yedek güç" olarak kullanmış ve kullanmaktadır. Ne yazık ki, bunlar arasına, Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ve nice sol kökenli yazar-çizer de girmişlerdir. "Eski dostlar", birer birer anılarda kaldılar...
Bu kez, dış düşman muğlaklaştığı için ama düşmandan vazgeçilemeyeceği ve dolayısıyla en azından "iç düşman" ihdas etmek gerektiğinden, kimsenin tanımından anlaşamadığı "irtica" bulunmuştur.
"İrtica" kavramı tanımlanamadığı ve sınırlar belirlenemediği için, her türlü İslami eğilim, hedef haline gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası koşullarında inatla demokrasiyi savunanlar ve askeri müdahaleye "ilke" olarak karşı olanlar ise, ya "irtica" ile saf tutmakla suçlaranak veya "numaralı cumhuriyetçiler" türü McCarthyist safsatalarla baskı altına alınmak istenmiştir. Bu baskılar sökmedi ve sökmez.
Zira, "küreselleşme dönemi"nde, her ne biçim altında olursa olsun, "askeri müdahaleler" kazanamıyorlar. Eski dış destekçileri yok artık. İçerde de yine telekomünikasyon çağının sayesinde gözleri daha da açılmış insan yığınlarından ötürü, iç destekleri de esas olarak zayıf.
12 Eylül'ün 20'nci yıldönümü, artık "askeri darbe" döneminin kapandığının anlaşılmasıyla anlam kazanabilir. Bunu bir de korkak sivil siyaset sınıfı idrak edebilse, mesele kalmayacak...

12 EYLÜL NEDEN OLDU VE 12 EYLÜLDE YAYIN YAPAN DÖNEK MEDYA NELER YAZIYORDU

12 EYLÜL ÖNCESİNDE ÜLKEDE NELER OLMUŞTU HATIRLAYINIZ...
   Darbenin ana nedeni olarak sağ – sol çatışmaları görünse de asıl nedenler daha eskilere dayanmaktadır. darbenin sebebinin incelenmesi, 1974 petrol bunalımı ile başlayabilir. işbu petrol bunalımı nedeniyle, başta enflasyon olmak üzere, oluşan ekonomik olumsuzluklar, özellikle sol meslek gruplarını ve sendikaları halkın tepkilerini yansıtmaya zorladı. oluşan huzursuzluk ortamı, sağ - sol kavgalarını tırmandırdı. hükümetin, huzuru sağlamak için, 1977’de devlet güvenlik mahkemelerini kurmaya çalışması, chp ve sendikaların yoğun protestosu üzerine mümkün olmadı. tam bu arada meydana gelen 1 mayıs katliamı ve olay faillerinin yakalanamaması, hükümetin tutumunun bir göstergesi sayılmıştır.
   Bu olayların sonunda, mutabakata varılarak erken seçime gitme kararı alındı fakat seçim sonuçları çoğunluk sağlayacak bir parti olmadığını gösteriyordu. 21 temmuz 1977’de msp – mhp – ap hükümeti kuruldu. bu koalisyona karşı çıkan milletvekilleri yüzünde çoğunluğu yitiren koalisyon, chp’ye katılan bu milletvekillerinin verdiği bir gensoru önergesiyle düşürüldü, chp, tek başına iktidar oldu.
   Başbakan olan bülent ecevit, giderek tansiyonu artan olaylarla başa çıkamadı. malatya’da nisan, kahramanmaraş’ta aralık aylarında mezhep ayrılıkları yüzünden çıkan çatışmalarda yüzden fazla kişi öldü, on üç ilde sıkı yönetim uygulamasına geçildi (adana, ankara, bingöl, elazığ, erzincan, erzurum, gaziantep, istanbul, kars, malatya, kahramanmaraş, sivas, şanlıurfa).
Ekim 1979’da yapılan ara seçimle, mhp ve msp’nin de dışarıdan desteklediği bir azınlık hükümetiyle tekrar süleyman demirel hükümeti başa geliyordu. tam bu sıralarda ülkenin genel durumundan rahatsız olan genelkurmay başkanı kenan evren ve kuvvet komutanları, 27 aralık 1979’da, cumhurbaşkanına bir açık mektup yazıyor (türk silahlı kuvvetleri’nin görüşü), particiliğin bir tarafa atılarak ülkenin sağlam adımlarla, kaos ortamından düze çıkarılması gerektiğini öneriyordu ki bu darbenin ilk sinyallerinden sayılabilir. iktidara yeni gelen ap, bu mektubun kendilerini bağlamadığını söylerken, chp ise topu demirel’e atarak, kendisinin de aynı uyarılarda bulunmuş olduğunu belirtiyordu.
   Demirel, sorunların kaynağının iktisadi olduğunu düşünerek bir dizi önlem almaya girişmiştir. “24 ocak kararları” adı verilen bu önlemler, imf’in önerdiği bir paket çerçevesinde uygulandı. devalüasyon yapıldı, sıkı para politikası uygulandı, iç talep kısılarak, satımlar dışa yönlendirilmeye çalışıldı, fakat bu sistem çok partili demokrasiyle beraber yürümedi.
   Tüm olanların üzerine bir de cumhurbaşkanlığı seçimi eklendi. 6 nisan’da fahri korutürk’ün görev süresinin dolması üzerine, 15 gün öncesinden yeni cumhurbaşkanının seçilmesi gerekiyor ancak hiçbir parti 2/3 çoğunluğu sağlayamıyordu. turların iyice uzaması hem yönetim kademesini hem de vatandaşı çıkmaza sokmuştu. durum öyle bir hal almıştı ki sandıktan zeki müren ve türkan şoray isimlerinin çıktığı bile söylenmeye başlanmıştı. seçimlerdeki bu belirsizlik hem askerin, sivil yönetime güvenini kırıyordu hem de 1982 anayasası’nda, cumhurbaşkanlığı seçimini sağlam temellere dayandıracak adımların atılmasına neden olacaktı.
   Terörist eylemlerin bir iç savaş ortamı yarattığı, günde ortalama on kişinin öldürüldüğü bu dönemde (ağustos 1980’de 258 ölü, 468 yaralı) 6 eylül günü msp’nin düzenlediği “kudüs’ü kurtarma yürüyüşü”nde anti – laik sloganlar atılmış, şeriat düzenine duyulan özlem gösterilmiştir.
  Nihayet beklenen oldu ve ordu, aylardır beklenen; zaten ordu içerisinde de planlanmakta olan hamlesini yaparak, tüm emir – komuta zinciri içerisinde , saat sabaha karşı 03:00’de, bayrak harekatı’nı uygulamaya koydu ve saat 04:00’da milli güvenlik kurulu’nun ilk bildirisi radyodan yayımlandı:
“yüce türk milleti;
  Büyük atatürk'ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan, türkiye cumhuriyeti devleti, son yıllarda izlediğimiz gibi dış ve iç düşmanların tahrikiyle, varlığına rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir.
  Devlet, başlıca organları ile işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumları ile devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşmüştür.
  Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.
Aziz türk milleti; işte bu ortam içerisinde türk silahlı kuvvetleri, iç hizmet kanununun verdiği türkiye cumhuriyetini kollama ve koruma görevini yüce türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünü ile el koymuştur.Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05.00'den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur. Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00'teki türkiye radyoları ve televizyonunun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında, yayımlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan türk silahlı kuvvetlerine güvenmelerini beklerim"
   Kenan Paşa bu bildiriyi okuyarak TSK'nın resmen ülke yönetime el koyduğunu açıklıyordu. Nitekim öyle de oldu, darbeden sonra Genelkurmay ve MGK başkanı Kenan Evren, ilerleyen günlerde yaptığı açıklamalarda, hızlı kalkınmanın gerçekleştirilmesi, yönetimin tarafsızlaştırılması, işçilerin – mevcut koşullar dahilinde – haklarının korunması gibi önlemlerle ülkenin huzura kavuşacağını bildirmiştir.Parlamento ve hükümet feshedildi, üyelerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, siyasi partilerin faaliyetleri durduruldu ve genel başkanları gözetim altına alındı. emekli oramiral bülent ulusu yönetiminde bir hükümet oluşturuldu (bu hükümetin ekonomi bakanı, 24 ocak kararlarını da hazırlayan turgut özal’dır.). 24 ocak ile başlayan ekonomi politikası sürdürüldü, daha sonra ise mgk kararıyla kurucu meclis kuruldu ve anayasa başta olmak üzere bir çok temel yasa hazırlanmaya başlandı. ekim 1981’de hazırdaki tüm siyasi partiler feshedildi. hazırlanan anayasa, 6 kasım 1982’de bir referandumla, ezici bir çoğunlukla (% 93 - % 7) kabul edildi. aynı referandum ile mgk ve genelkurmay başkanı kenan evren de cumhurbaşkanı seçildi. (ALINTI)
    Arkadaşlar Türk tarihinin önemli olaylarından, insanların haksız yere tutuklandığı, işkence gördüğü ve öldürüldüğü, çocukların kırılmış oyuncaklarının, yaşlı teyzelerin kurdukları turşu bidonlarının dahi içlerinin arandığı o günden bahsediyoruz, evet 12 Eylül 1980'den..Bugünde ortaya çıkan sözüm ona 12 eylül yargılamasıyla biri 91 biride 85 yaşında iki ihtiyarın yargılanmasını isteyenler Türkiyede hergün on onbeş kişinin öldüğü günlerde neredeydiler?12 Eylül bağıra bağıra geliyorum derken maalesef bugünkü sahte kahramanlar ve özellikle bizim DÖNEK MEDYAMIZ herzamanki gibi yaygara yaparak 12 eylül günü yapanlara methiyeler düzerken şimdi gene döenklik yaparak 12 eylül hakkında taraflı yayınlar yaprak gündemi değiştirirken ülkemizin SURİYE ile savaşa sürüklendiğini neden görmezler ki?
  Yazık bu memlekete ve bu zihniyete yuh olsun sözde kahramanlar tam anlamıyla sahtekarlardır inanmayın kanmayın memlekete yazık oluyor...





Peki, 12 Eylül 1980'den başlayarak, ?

__________________