4 Nisan 2012 Çarşamba

12 EYLÜL İÇİN YAZILANLARDAN BİR DEMET AYNEN

SABAH GAZETESİ - 12 EYLÜL 2000

CENGİZ ÇANDAR
40 yıl önce; 20 yıl sonra...
12 Eylül askeri darbesinden bu yana, 20 yıl su gibi akıp geçmiş... Bu işlerin başı ta 27 Mayıs 1960'a dayanır, ucu ise 28 Şubat 1997'ye ve bugünlere uzanır...
27 Mayıs 1960'ta, ortaokulun hazırlık sınıfında yıl sonu sınavlarına hazırlanan küçük bir çocuktum. "İhtilal" haberi geldiğinde çok sevindiğimi hatırlıyorum. Ne de olsa, koyu CHP'li bir ailenin çocuğuydum. Demokrat Parti iktidarının yıkılması, bana ancak memnuniyet verebilirdi.
Kısa süre sonra Ankara'ya döndüğümde, Milli Birlik Komitesi üyesi "ihtilalci" subayların bir bölümü "aile dostu" haline gelmişti. O yaşlarda, öylesine bir çevre ve ortamda, "askeri darbe"lere ilişkin olumsuz düşünceler edinebilecek durumda olamazdım.
Üniversite yıllarımda, o birikimle, Orduevi önünde "ordu-gençlik elele" diye slogan atan öğrencilerin başlarındaydım. Orduyu, DP'nin devamı sayılan AP iktidarına karşı "görev"e çağrıyorduk. Ordu, iktidara el koyarsa, bundan sıkıntı duymayacaktık.
Bir süre sonra, ordu iktidara el koymadı ama müdahale etti. 12 Mart 1971. Sol hareketin en önemli beyinlerinden biri çıkarttığı dergide "Ordu kılıcını attı" diye, müdahaleyi selamlamıştı.
12 Mart, bizim kuşağı biçti. Hepimiz bir yana savrulduk. Kimimiz zindanlara, kimimiz zorunlu sürgünlere, kimimiz idam sehpalarına, oradan toprakaltına, mezarlara...
Benim gibi bazıları açısından, 12 Mart bir "katharsis" idi. O tarihten bu yana, hiçbir gerekçeyle, hiçbir askeri müdehaleye sempati duymadık. Duyamazdık. Duymayacağız.
Bugün 20'nci yıldönümüne denk gelen 12 Eylül'e de duymadık. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, bizden sonraki gençlik kuşağını, bizimkine rahmet okutacak ölçüde perişan ve lime lime etti. Türkiye'de bugünkü tüm olumsuzlukları "anayasal" biçimde kurumsallaştırdı.
12 Eylül'ü, geriye doğru 27 Mayıs'a; ileriye doğru ise 28 Şubat'a uzatmadan "anlam ve önemi"ni kavramak mümkün değildir. Gerçi, her darbenin biçim ve içerik olarak "özgün" yanları bulunmakla birlikte, ortak noktaları, "siyaseti doğal akışından" çıkarmış olmalarıdır. Ortak noktaları ise "askeri müdahale" olmalarıdır. O yüzden, hala, AB adayı bir ülkede, "demokratikleşme" kavramından söz ediliyor; çünkü Türk demokrasisi, askeri darbeler ile "kesinti"ye uğratılmış, en hafif tanımıyla bir "eksik demokrasi"dir.
Türkiye'de biçim bakımından birbirinden farklı dört darbenin üçü, aynı döneme aittir. Soğuk Savaş dönemi... Dış mihrak, Sovyetler Birliği olduğu için, "iç düşman" şartı vardı. Gerçi, bu tanıma "komünistler" uygun düşecek olsa da, solun, hatta liberal demokrasi talebinin her türü, "her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde" solun "türevleri" sayılarak, hedef haline getirilmişti. Türkiye'nin egemenleri, demokrasi terbiyesi ve kültüründen gelmedikleri için, hasım düş güçler kadar hoyrattılar.
Bu üçünden dönem bakımından ve dolayısıyla biçim bakımından da çarpıcı biçimde ayrılan 28 Şubat 1997'de başlayan süreçtir. En hinoğluhini ve en ustacası budur. Öyle ki, 12 Mart ve 12 Eylül karşıtlarının önemli bir bölümünü de, "yedek güç" olarak kullanmış ve kullanmaktadır. Ne yazık ki, bunlar arasına, Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ve nice sol kökenli yazar-çizer de girmişlerdir. "Eski dostlar", birer birer anılarda kaldılar...
Bu kez, dış düşman muğlaklaştığı için ama düşmandan vazgeçilemeyeceği ve dolayısıyla en azından "iç düşman" ihdas etmek gerektiğinden, kimsenin tanımından anlaşamadığı "irtica" bulunmuştur.
"İrtica" kavramı tanımlanamadığı ve sınırlar belirlenemediği için, her türlü İslami eğilim, hedef haline gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası koşullarında inatla demokrasiyi savunanlar ve askeri müdahaleye "ilke" olarak karşı olanlar ise, ya "irtica" ile saf tutmakla suçlaranak veya "numaralı cumhuriyetçiler" türü McCarthyist safsatalarla baskı altına alınmak istenmiştir. Bu baskılar sökmedi ve sökmez.
Zira, "küreselleşme dönemi"nde, her ne biçim altında olursa olsun, "askeri müdahaleler" kazanamıyorlar. Eski dış destekçileri yok artık. İçerde de yine telekomünikasyon çağının sayesinde gözleri daha da açılmış insan yığınlarından ötürü, iç destekleri de esas olarak zayıf.
12 Eylül'ün 20'nci yıldönümü, artık "askeri darbe" döneminin kapandığının anlaşılmasıyla anlam kazanabilir. Bunu bir de korkak sivil siyaset sınıfı idrak edebilse, mesele kalmayacak...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder