16 Aralık 2012 Pazar

OSMANLIDA TRAKYADA BEKTAŞİ TEKKELERİ HAKKINDA


TRAKYADA LÜLEBURGAZDA OSMANLI ZAMANINDA BEKTAŞİ TEKKELERİ
   Bektâşî tekkeleri faaliyetlerini Vak‘a-i Hayriyye yani Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasına kadar (1826) sürdürmüştür. Zira Bektâşîlik 2 Zilhicce 1241/8 Temmuz 1826 tarihinde alınan bir kararla yasaklanmış ve alınan karar gereğince geçmişi altmış yıldan fazla olan tekkeler diğer tarikatların meşîhatına devredilirken, altmışdan az olanların yıkılması, babalar ve müridler itikadlarını düzeltinceye kadar çeşitli mahallere sürülmeleri emredilmiştir. Sultan II. Mahmud ise alınan bu kararlarla ilgili olarak sadece muhdes olanların değil, bütün tekkelerinin kapatılması ve Bektâşîliğin tamamen ortadan kaldırılmasını istemiştir. Bunun üzerine bazı Bektâşî tekkeleri tamamen, bazıları kısmen yıktırılmıştır. Nitekim Bektâşîlik araştırmaları ile tanınmış olan Batılı bilgin Hasluck, Seyyah Slade’den naklen, 1826’da Edirne civârında II. Mahmud tarafından 16 tekkenin kapatılıp eşyasının müsadere edildiğini belirterek bir kısmının adını vermektedir. Edirne başta olmak üzere, Gelibolu, Uzunköprü, Keşan, Enez, Kırklareli, Babaeski, Pınarhisar, Karacaoğlan, Tekirdağ civarında varlığını haber verdiği bu tekkelerin şeyhleri ve ne tür faaliyetlerde bulundukları hakkında ise herhangi bir malumat vermemektedir.
    Babaeski Sarı Saltuk (Eski Baba) Tekkesi ve Pınarhisar Binbir Oklu Tekkesi işte bu yıktırılan tekkelerdendir. Eski Baba Tekkesi, Kırklareli Babaeski’de olup, Bektâşîliğin meşhûr ermişlerinden Sarı Saltuk’la özdeşleştirilmiştir. Burada yatan derviş Selçuklular döneminde yaşadığından, Eski Baba adını almıştır. Asıl adı Şerif Hızır Muhammed Buharî’dir. Sarı Saltuk olarak tanınır. Ayrıca burada bir de Kaygusuz Tekkesi vardır.
    Pınarhisar Binbir Oklu Tekkesi’ne gelince, bu tekke Kırklaeli’nin otuz kilometre yakınındadır. Bugünkü Erenler Köyü’ndedir. 1826 yılında II. Mahmud bu Bektâşî tekkesini de kaldırtmıştır. Ancak buradaki Binbir Oklu Ahmed Baba’nın türbesi son zamanlara kadar bir ziyaret yeri olmuştur. Tekke, XX. asrın başlarında çiftliktir. 1847’de buraya giden Jochmus, tekkeyi, kurucusunu ve niteliğini belgelendirmiştir. Osman Nuri Peremeci’nin, Edirne Tarihi adlı eserinde Bektâşî olarak kaydettiği bir şahıs da vardır ki, o, Hasîbî Ahmed Efendi (ö.1287/1870)’dir. Ahmed Efendi, Edirne’de Şeyh Çelebi Mahallesi’nde dünyaya gelmiş ve uzun yıllar Kırklareli’nde yaşamıştır. 1287/1870 yılında Kırklareli’nde vefât etmiştir. Şiirlerinde de Bektâşî motifleri görülen şâirin kabri, Kırklareli’nde Kara Omur Mezarlığı’ndadır.
   Lüleburgaz merkezde ise, Hükûmet Dâiresi yakınında Kâgir Saat Kulesi altında Zindan Baba, Köprübaşı’nda Fere Baba Dergâhı’nda Sancakdar Baba, Gâzi Câmii’nde Gâzi Karaca Ali Bey, İstanbul Yolu Tekkesi’nde İdris Baba, Alaca Mescid Mahallesi’nde Murad Baba, Cedid Müslim Mahallesi’nde Derman Baba, Hüseyin Bey Mahallesi’nde Kabristanlık’ta Âsitâneli Deli Ahmed Ağa medfûn olup, kabirleri ziyâret edilmektedir. 61-60 1310 Tarihli Edirne Salnâmesi, s. 520. 61 Aynı eser, ss. 520-521.
   Bulgaristan'ın Türk-İslâm hüviyeti, XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar önemli sayılabilecek hiçbir problem çıkmadan devam etti. Bu yüzyılda  yaygınlaşan bağımsızlık hareketlerinden en çok etkilenen Rumeli  kesimindeki bölgeler oldu. Asırlarca devam eden huzur ve sükûn  bozularak Balkanlar'da Türk - İslâm varlığını temsil eden dinî-kültürel  eserlere karşı büyük bir tahribata girişildi. 1878'de Bulgaristan'ın Osmanlı Devleti'ne tâbi muhtar bir prenslik haline gelmesiyle buradaki  müslüman ahalinin ve vakıfların durumunda ve idaresinde hukukî açıdan  önemli bir değişiklik meydana geldi. Ayrıca 93 Harbi sonunda müslüman  ahalinin büyük kitleler halinde başta İstanbul olmak üzere anayurda göç  etmesi, şehir ve kasabaların boşalmasına ve Bulgar makamlarının daha serbest hareket etmesine zemin hazırladı. 1878 Berlin Antlaşmasında  Bulgaristan'daki vakıflar ve müslüman ahalinin durumu ile ilgili çeşitli maddeler bulunmaktaydı. Özellikle on ikinci maddenin bir fıkrasında,  "Osmanlı ve Bulgarlar'dan mürekkep bir komisyon emlâk-i mîriyye ve mevküfeyi Babıâli hesabına sûret-i ferağ ve istimaline müteallik işlerin cümlesine ve bunlarda bir ilişiği bulunacak efradın mesâlihine iki sene zarfında tesviyeye memur olacaktır" denilmekteydi (Erim, s. 409). Berlin Antlaşması gereğince buradaki zengin İslâm kültür mirasının tesbiti, yerinde bırakılması veya satılması, başka bir şekle dönüştürülmesi için Türk ve Bulgar yetkililerden oluşan komisyonların çalışması gerekiyordu. Bu dönemde Bulgaristan'daki vakıflar beş kısımda değerlendirildi.
1.Camiler, mescidler, medreseler, tekkeler sadece müslümanlara hizmet veren kurumlardır ve bunlara "hayrat" denilmektedir. Çeşmeler, köprüler, kaldırımlar ise müslim, gayri müslim herkese hizmet veren vakıflar olup bunlara da "müberrât" denilmektedir,
2. Evler, hanlar, hamamlar ve icâre-i vâhideli vakıflar.
3. İcâreteynli vakıflar.
4. Mukâtaalı vakıflar,
5. Mazbut ve gayri mazbut arazi vakıfları.
    Son dört maddede yer alan vakıflar esas itibariyle birinci maddede zikredilen hayratın hizmetini devam ettirmesi için tesis edilmiş kaynaklardır. Bu tesbitlere rağmen komisyonun Bulgar üyelerinin devamlı engellemeleri yüzünden vakıfların akıbetiyle ilgili toplantılar çok defa yapılamamış, bir araya gelindiğinde de Bulgar tarafı huzursuzluk çıkarmıştır. 1902 yılında Bulgaristan komiseri olarak tayin edilen Ali Ferruh Bey, II. Abdülhamid'e sunduğu bir raporda Bulgaristan vakıflarının yürekler acısı durumunu dile getirmiştir. Bulgar yetkililer boşalan, terkedilen veya kullanılmayan cami, medrese, mektep ve diğer hayır eserleri ve bunlara ait gelir kaynaklarının hukuken Bulgaristan emaretine intikal ettiğini ve Bulgar hükümetinin resmî emlâkine katılması gerektiğini ileri sürmüşler, Türk heyeti mensupları ise bu iddiayı şiddetle reddederek bu eserlere ait her türlü hakkın vârislere ve müslüman cemaate ait olduğunda ısrar etmişlerdir. Türk ve Bulgar üyelerden oluşan komisyon bu konuları müzakere etmek için seksen üç defa toplanmış, ancak devamlı engellemeler yüzünden verimli bir çalışma yapamamıştır. Bulgar makamları Osmanlı Devleti'nin bu eserler üzerindeki hakkını kabule bir türlü yanaşmamışlardır. Bu arada Bulgarların işine yarayabilecek bazı yanlış kararlar da alınmıştır. Nitekim boşalan yerlerdeki camilerin hilâl ve diğer İslâmî sembolleri alındıktan sonra enkaz ve arsalarının satılmasının benimsenmesi çok zararlı sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca bazı mütevellilerin küçük menfaatler karşılığı Bulgar makamlarının işlerini kolaylaştıracak davranışlarda bulunması ve müslüman cemaatlerin aralarındaki basit anlaşmazlıklar sebebiyle birbirlerini ele vermeleri Bulgar makamlarının işine yaramış ve eserlerin tahribini hızlandırmıştır. Bulgar makamları, bir taraftan Türk-İslâm varlığının sembolü olan, diğer taraftan çok zengin bir maddî kaynak durumunda bulunan vakıfları çeşitli bahanelerle yok etmişlerdir. Ali Ferruh Bey, vakıflar açısından en zengin durumda olan Sofya'da cami, medrese, tekke, zaviye, ev, han, kaplıca, dükkân, arsa, bostan vb.den oluşan 174 adet kıymetli vakfın Bulgar makamları tarafından hangi bahanelerle nasıl yok edildiğini "Harabat" başlığını taşıyan lâyihasında II. Abdülhamid'e arzetmiştir. Bu eserlerin önemli bir kısmı Sofya Belediyesi tarafından yeni yollar açmak veya genişletmek, dinlenme ve oyun alanı tesis etmek gerekçesiyle yok edilmiştir. Türk hükümeti bu uygulamaya karşı çıktığında ise Bulgar hariciyesi İstanbul, Bursa, İzmir gibi şehirlerde pek çok vakfın bizzat Türkler tarafından bu tür gerekçelerle yıkıldığını, yerine yenilerinin yapılmadığını söyleyerek kendisini mazur göstermek istemiştir.
Muhammed Bahâüddin Nakşibend (ö.791/1389) tarafından kurulan Nakşibendîlik, Kırklareli merkezde ve Lüleburgaz ilçesinde kendisini göstermiştir. Şöyle ki, Kırklareli merkezde Nakşibendiyye tarikatına mensup SinânDede Zâviyesi vardır ve bânisi hazîresinde medfûndur.1310 Tarihli Edirne Salnâmesi’nin verdiği bilgiye göre ise, Lüleburgaz’da Hasan Efendi Câmii’nde Nakşibendî âyinleri yapılmaktaydı.Nakşibendiyye ile ilgili olarak son devir Nakşî şeyhlerinden ve âlim-lerinden Lüleburgaz’lı Mehmed Eşref Efendi (ö.1353/1935)’yi burada zikretmek gerekir. Her ne kadar ömrünün tamamını Lüleburgaz’da geçirmemiş ise de,gerek burada ilk tahsilini yapması ve gerekse burada vefât etmesi hasebiyle hakkında bilgi vermeyi faydalı buluyoruz. Mehmed Eşref Efendi, 1255/1839 yılında Lüleburgazʹda doğmuştur. AslenLofçalı bir aileden gelmektedir. Babası, Ali Kemal Efendi, âlim bir zat olup,1253/1837 yılında Lüleburgazʹda Sokullu Mehmed Paşa’nın ihyâ ettiği medresenin müderrisliğine tayin olunmuş, yirmi yıl süre ile talebelerine ders okutmuştur. Mehmed Eşref Efendi, ilk tahsilini babasından tamamlamıştır. Babası Ali Kemâl Efendi, hacca giderken 1271/1855 yılında vefat etmesi üzerine Mehmed Eşref Efendi, yarıda kalan tahsilini tamamlamak için İstanbulʹa gelmiş,Tırnovalı Hasan Sıdkî Efendi’nin derslerine devamla, 1290/1872 yılında icâzet almıştır. Zamanın büyük âlim ve velisi Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî’den tasavvuf dersleri okumuş ve ondan da hilâfet almıştır.1287/1870 yılında Fatih Camii dersiamlığına tayin edilmiş, giderek derecesi yükseltilerek Süleymaniye Medreseleri Müderrisliğine getirilmiştir. Yüksek seviyede çeşitli resmî görevlere getirilen ve verilen görevleri başarılı bir şekildeifâ eden Mehmed Eşref Efendi, hilâfetin irtibatını temin ve din bilgilerini öğretmek için bir ara Çinʹe de gönderilmiştir. Bundan dolayı “Çinli Hoca” diye de anılmıştır. Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî’nin otuz yıl hizmetinde bulunmuş ve 1341/1922 yılına kadar da huzur dersleri mukarrirliği yapmıştır. 29 Mart1353/1935 yılında Lüleburgaz’da vefât etmiştir.
    Burada bahsedilen Şeyh Hasan Efendi Camii zamanla tekke olarak ta kullanılmıştır. Mustafa'nın daha önce yayınladığı Sokullu ile Kadı Ali Camii arasında ki cami bu cami olmalıdır...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder