TRAKYADA LÜLEBURGAZDA
OSMANLI ZAMANINDA BEKTAŞİ TEKKELERİ
Bektâşî tekkeleri faaliyetlerini Vak‘a-i
Hayriyye yani Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasına kadar (1826) sürdürmüştür.
Zira Bektâşîlik 2 Zilhicce 1241/8 Temmuz 1826 tarihinde alınan bir kararla
yasaklanmış ve alınan karar gereğince geçmişi altmış yıldan fazla olan tekkeler
diğer tarikatların meşîhatına devredilirken, altmışdan az olanların yıkılması,
babalar ve müridler itikadlarını düzeltinceye kadar çeşitli mahallere
sürülmeleri emredilmiştir. Sultan II. Mahmud ise alınan bu kararlarla ilgili olarak
sadece muhdes olanların değil, bütün tekkelerinin kapatılması ve Bektâşîliğin tamamen
ortadan kaldırılmasını istemiştir. Bunun üzerine bazı Bektâşî tekkeleri
tamamen, bazıları kısmen yıktırılmıştır. Nitekim Bektâşîlik araştırmaları ile
tanınmış olan Batılı bilgin Hasluck, Seyyah Slade’den naklen, 1826’da Edirne
civârında II. Mahmud tarafından 16 tekkenin kapatılıp eşyasının müsadere
edildiğini belirterek bir kısmının adını vermektedir. Edirne başta olmak üzere,
Gelibolu, Uzunköprü, Keşan, Enez, Kırklareli, Babaeski, Pınarhisar,
Karacaoğlan, Tekirdağ civarında varlığını haber verdiği bu tekkelerin şeyhleri
ve ne tür faaliyetlerde bulundukları hakkında ise herhangi bir malumat
vermemektedir.
Babaeski Sarı Saltuk (Eski Baba) Tekkesi ve
Pınarhisar Binbir Oklu Tekkesi işte bu yıktırılan tekkelerdendir. Eski Baba
Tekkesi, Kırklareli Babaeski’de olup, Bektâşîliğin meşhûr ermişlerinden Sarı
Saltuk’la özdeşleştirilmiştir. Burada yatan derviş Selçuklular döneminde
yaşadığından, Eski Baba adını almıştır. Asıl adı Şerif Hızır Muhammed
Buharî’dir. Sarı Saltuk olarak tanınır. Ayrıca burada bir de Kaygusuz Tekkesi
vardır.
Pınarhisar Binbir Oklu Tekkesi’ne gelince,
bu tekke Kırklaeli’nin otuz kilometre yakınındadır. Bugünkü Erenler
Köyü’ndedir. 1826 yılında II. Mahmud bu Bektâşî tekkesini de kaldırtmıştır.
Ancak buradaki Binbir Oklu Ahmed Baba’nın türbesi son zamanlara kadar bir
ziyaret yeri olmuştur. Tekke, XX. asrın başlarında çiftliktir. 1847’de buraya
giden Jochmus, tekkeyi, kurucusunu ve niteliğini belgelendirmiştir. Osman Nuri
Peremeci’nin, Edirne Tarihi adlı eserinde Bektâşî olarak kaydettiği bir şahıs
da vardır ki, o, Hasîbî Ahmed Efendi (ö.1287/1870)’dir. Ahmed Efendi, Edirne’de
Şeyh Çelebi Mahallesi’nde dünyaya gelmiş ve uzun yıllar Kırklareli’nde
yaşamıştır. 1287/1870 yılında Kırklareli’nde vefât etmiştir. Şiirlerinde de
Bektâşî motifleri görülen şâirin kabri, Kırklareli’nde Kara Omur
Mezarlığı’ndadır.
Lüleburgaz merkezde ise, Hükûmet Dâiresi
yakınında Kâgir Saat Kulesi altında Zindan Baba, Köprübaşı’nda Fere Baba
Dergâhı’nda Sancakdar Baba, Gâzi Câmii’nde Gâzi Karaca Ali Bey, İstanbul Yolu
Tekkesi’nde İdris Baba, Alaca Mescid Mahallesi’nde Murad Baba, Cedid Müslim
Mahallesi’nde Derman Baba, Hüseyin Bey Mahallesi’nde Kabristanlık’ta Âsitâneli
Deli Ahmed Ağa medfûn olup, kabirleri ziyâret edilmektedir. 61-60 1310 Tarihli
Edirne Salnâmesi, s. 520. 61 Aynı eser, ss. 520-521.
Bulgaristan'ın Türk-İslâm hüviyeti, XIX.
yüzyılın ikinci yarısına kadar önemli sayılabilecek hiçbir problem çıkmadan
devam etti. Bu yüzyılda yaygınlaşan
bağımsızlık hareketlerinden en çok etkilenen Rumeli kesimindeki bölgeler oldu. Asırlarca devam
eden huzur ve sükûn bozularak Balkanlar'da
Türk - İslâm varlığını temsil eden dinî-kültürel eserlere karşı büyük bir tahribata girişildi.
1878'de Bulgaristan'ın Osmanlı Devleti'ne tâbi muhtar bir prenslik haline
gelmesiyle buradaki müslüman ahalinin ve
vakıfların durumunda ve idaresinde hukukî açıdan önemli bir değişiklik meydana geldi. Ayrıca
93 Harbi sonunda müslüman ahalinin büyük
kitleler halinde başta İstanbul olmak üzere anayurda göç etmesi, şehir ve kasabaların boşalmasına ve
Bulgar makamlarının daha serbest hareket etmesine zemin hazırladı. 1878 Berlin
Antlaşmasında Bulgaristan'daki vakıflar
ve müslüman ahalinin durumu ile ilgili çeşitli maddeler bulunmaktaydı.
Özellikle on ikinci maddenin bir fıkrasında,
"Osmanlı ve Bulgarlar'dan mürekkep bir komisyon emlâk-i mîriyye ve mevküfeyi
Babıâli hesabına sûret-i ferağ ve istimaline müteallik işlerin cümlesine ve
bunlarda bir ilişiği bulunacak efradın mesâlihine iki sene zarfında tesviyeye
memur olacaktır" denilmekteydi (Erim, s. 409). Berlin Antlaşması gereğince
buradaki zengin İslâm kültür mirasının tesbiti, yerinde bırakılması veya
satılması, başka bir şekle dönüştürülmesi için Türk ve Bulgar yetkililerden
oluşan komisyonların çalışması gerekiyordu. Bu dönemde Bulgaristan'daki
vakıflar beş kısımda değerlendirildi.
1.Camiler, mescidler,
medreseler, tekkeler sadece müslümanlara hizmet veren kurumlardır ve bunlara
"hayrat" denilmektedir. Çeşmeler, köprüler, kaldırımlar ise müslim,
gayri müslim herkese hizmet veren vakıflar olup bunlara da "müberrât"
denilmektedir,
2. Evler, hanlar,
hamamlar ve icâre-i vâhideli vakıflar.
3. İcâreteynli
vakıflar.
4. Mukâtaalı vakıflar,
5. Mazbut ve gayri
mazbut arazi vakıfları.
Son dört maddede yer alan vakıflar esas
itibariyle birinci maddede zikredilen hayratın hizmetini devam ettirmesi için
tesis edilmiş kaynaklardır. Bu tesbitlere rağmen komisyonun Bulgar üyelerinin
devamlı engellemeleri yüzünden vakıfların akıbetiyle ilgili toplantılar çok
defa yapılamamış, bir araya gelindiğinde de Bulgar tarafı huzursuzluk çıkarmıştır.
1902 yılında Bulgaristan komiseri olarak tayin edilen Ali Ferruh Bey, II.
Abdülhamid'e sunduğu bir raporda Bulgaristan vakıflarının yürekler acısı
durumunu dile getirmiştir. Bulgar yetkililer boşalan, terkedilen veya
kullanılmayan cami, medrese, mektep ve diğer hayır eserleri ve bunlara ait
gelir kaynaklarının hukuken Bulgaristan emaretine intikal ettiğini ve Bulgar
hükümetinin resmî emlâkine katılması gerektiğini ileri sürmüşler, Türk heyeti
mensupları ise bu iddiayı şiddetle reddederek bu eserlere ait her türlü hakkın
vârislere ve müslüman cemaate ait olduğunda ısrar etmişlerdir. Türk ve Bulgar
üyelerden oluşan komisyon bu konuları müzakere etmek için seksen üç defa
toplanmış, ancak devamlı engellemeler yüzünden verimli bir çalışma
yapamamıştır. Bulgar makamları Osmanlı Devleti'nin bu eserler üzerindeki
hakkını kabule bir türlü yanaşmamışlardır. Bu arada Bulgarların işine
yarayabilecek bazı yanlış kararlar da alınmıştır. Nitekim boşalan yerlerdeki
camilerin hilâl ve diğer İslâmî sembolleri alındıktan sonra enkaz ve
arsalarının satılmasının benimsenmesi çok zararlı sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca
bazı mütevellilerin küçük menfaatler karşılığı Bulgar makamlarının işlerini
kolaylaştıracak davranışlarda bulunması ve müslüman cemaatlerin aralarındaki
basit anlaşmazlıklar sebebiyle birbirlerini ele vermeleri Bulgar makamlarının işine
yaramış ve eserlerin tahribini hızlandırmıştır. Bulgar makamları, bir taraftan
Türk-İslâm varlığının sembolü olan, diğer taraftan çok zengin bir maddî kaynak
durumunda bulunan vakıfları çeşitli bahanelerle yok etmişlerdir. Ali Ferruh
Bey, vakıflar açısından en zengin durumda olan Sofya'da cami, medrese, tekke,
zaviye, ev, han, kaplıca, dükkân, arsa, bostan vb.den oluşan 174 adet kıymetli
vakfın Bulgar makamları tarafından hangi bahanelerle nasıl yok edildiğini "Harabat"
başlığını taşıyan lâyihasında II. Abdülhamid'e arzetmiştir. Bu eserlerin önemli
bir kısmı Sofya Belediyesi tarafından yeni yollar açmak veya genişletmek,
dinlenme ve oyun alanı tesis etmek gerekçesiyle yok edilmiştir. Türk hükümeti
bu uygulamaya karşı çıktığında ise Bulgar hariciyesi İstanbul, Bursa, İzmir
gibi şehirlerde pek çok vakfın bizzat Türkler tarafından bu tür gerekçelerle
yıkıldığını, yerine yenilerinin yapılmadığını söyleyerek kendisini mazur
göstermek istemiştir.
Muhammed Bahâüddin
Nakşibend (ö.791/1389) tarafından kurulan Nakşibendîlik, Kırklareli merkezde ve
Lüleburgaz ilçesinde kendisini göstermiştir. Şöyle ki, Kırklareli merkezde
Nakşibendiyye tarikatına mensup SinânDede Zâviyesi vardır ve bânisi hazîresinde
medfûndur.1310 Tarihli Edirne Salnâmesi’nin verdiği bilgiye göre ise,
Lüleburgaz’da Hasan Efendi Câmii’nde Nakşibendî âyinleri yapılmaktaydı.Nakşibendiyye
ile ilgili olarak son devir Nakşî şeyhlerinden ve âlim-lerinden Lüleburgaz’lı
Mehmed Eşref Efendi (ö.1353/1935)’yi burada zikretmek gerekir. Her ne kadar ömrünün
tamamını Lüleburgaz’da geçirmemiş ise de,gerek burada ilk tahsilini yapması ve
gerekse burada vefât etmesi hasebiyle hakkında bilgi vermeyi faydalı buluyoruz.
Mehmed Eşref Efendi, 1255/1839 yılında Lüleburgazʹda doğmuştur. AslenLofçalı
bir aileden gelmektedir. Babası, Ali Kemal Efendi, âlim bir zat olup,1253/1837
yılında Lüleburgazʹda Sokullu Mehmed Paşa’nın ihyâ ettiği medresenin müderrisliğine
tayin olunmuş, yirmi yıl süre ile talebelerine ders okutmuştur. Mehmed Eşref
Efendi, ilk tahsilini babasından tamamlamıştır. Babası Ali Kemâl Efendi, hacca
giderken 1271/1855 yılında vefat etmesi üzerine Mehmed Eşref Efendi, yarıda
kalan tahsilini tamamlamak için İstanbulʹa gelmiş,Tırnovalı Hasan Sıdkî
Efendi’nin derslerine devamla, 1290/1872 yılında icâzet almıştır. Zamanın büyük
âlim ve velisi Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî’den tasavvuf dersleri okumuş ve
ondan da hilâfet almıştır.1287/1870 yılında Fatih Camii dersiamlığına tayin
edilmiş, giderek derecesi yükseltilerek Süleymaniye Medreseleri Müderrisliğine
getirilmiştir. Yüksek seviyede çeşitli resmî görevlere getirilen ve verilen
görevleri başarılı bir şekildeifâ eden Mehmed Eşref Efendi, hilâfetin
irtibatını temin ve din bilgilerini öğretmek için bir ara Çinʹe de
gönderilmiştir. Bundan dolayı “Çinli Hoca” diye de anılmıştır. Ahmed Ziyâüddin
Gümüşhanevî’nin otuz yıl hizmetinde bulunmuş ve 1341/1922 yılına kadar da huzur
dersleri mukarrirliği yapmıştır. 29 Mart1353/1935 yılında Lüleburgaz’da vefât
etmiştir.
Burada
bahsedilen Şeyh Hasan Efendi Camii zamanla tekke olarak ta kullanılmıştır. Mustafa'nın
daha önce yayınladığı Sokullu ile Kadı Ali Camii arasında ki cami bu cami
olmalıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder