1826
SONRASI OSMANLI YÖNETİMİ VE BEKTAŞİLİK
Bektaşiliğin yasaklanmasıyla birlikte tarihe ‘ Osmanlı devleti tarihinde ilk kez bir tarikat kapatılmıştır’ notu düşülmüştür.
Kapatma kararı, Bektaşi Vakıf, tekke ve inanç önderlerinin (Dede-baba) sıkı takibi ile desteklenmiştir.
İstanbul tekkelerindeki babalar ve muhibbleri tutuklanarak darphaneye hapsedilirler. Kıncı Baba, İstanbulağasızade Ahmet Baba ve Salih Baba idam edilirler. Diğerleri Şeyhülislam Efendi tarafından iman yoklamasına çekilerek Sünnilikleri kontrol edilir. Yapılan sorgular neticesinde idam edilmeyen Bektaşilerin İslami ilimlerde derin bilgileri olmamakla beraber, zındık ve mulhid olmadıkları anlaşıldığı, buna rağmen tümünün sürgün edilmesine karar verilir. Rumelihisarı’nda şehitlik tekkesinde Mahmut Baba ve yedi nefer muhibbi Kayseri’ye, Öküz ya da Paşa limanı tekkesinde Ahmet Baba ve Kazlıçeşme tekkesinde Hüseyin baba ikişer nefer muhibbleri ile Hadim’e, Karaağaç tekkesinde o tarihte aynı zamanda ‘Hacı Bektaş Vekili’ olan İbrahim Baba ile sekiz nefer muhibbi, Sütlüce Tekkesinde Mustafa baba ve Eyüp’te Karyağdı tekkesinde Mustafa baba ve üç Bektaşi ile Birgi’ye, Karaağaç tekkesinde misafir olan Yusuf Baba Amasya’ya, yine misafirlerden Ayıntablı Mustafa Baba Güzelhisar’a, Kıncı’nın kardeşi Mehmet baba Çamlıca tekkesinde Mehmet Baba ve Merdivenköy tekkesinde diğer Mehmet Baba dört nefer muhibbi ile Tire’ye gönderilir. ( Ahmet Cevdet,1966- 238; Birge, 1991- 89). Sürgünlerin Hadim, Birgi ve Kayseri gibi ulemanın etkili olduğu yerlere yapılmış olması, Bektaşilerin sıkı kontrol altında tutulmak istendiğinin göstergesidir.
İstanbul’da kalan diğer Bektaşilerin – takip siyasetinden daha az etkilenmemek adına – Sünni kılığına girerek takiye yaptığı anlaşılıyor. İzzet Molla Bektaşilere yönelik uygulanan takip siyasetini şu dizlerle dile getirmektedir. “ Ağalar eyledi cehime seferin/ Çaldı Bektaşiler de göç borusun.” ( Ahmet Cevdet paşa ).
Bektaşi tarikatının kapatılması, bazı ulema ve diğer tarikat mensuplarının hoşlanmadıkları kimseleri gözden düşürülmesine zemin hazırladığı anlaşılıyor. 1826 sonrası süreçte Bektaşi olmak o kadar suç teşkil eden bir durum arz ediyor olmalıdır ki insanların hırsları ve düşmanlıkları yüzünden Bektaşilikle hiç ilgisi ilişkisi olmayan kimseleri ‘ Bektaşi diye ihbar etmişlerdir. (Bu Cadı kazanı yakın tarihimizde Cumhuriyetin ilk dönemlerinde mürteci ve soğuk savaş yıllarında komunist yaftalarıyla ihbarı olarak sürüp gitmiştir.)
Cevdet Paşa (239), Bektaşilerin sıkı bir şekilde arandığı sırada Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi olarak bilinen özel bir ilmi grubun üyeleri olan Melekpaşazade Abdülkadir bey, eski vakanüvis Şanizade Mehmet Ataullah Efendi ve defterdar İsmail Ferah (Faruh) Efendi gibi isimlerin Bektaşilikle suçlanarak Manisa, Menemen, Bursa gibi yerlere sürgün edildikleri bildirilmektedir. Ancak Ferah Efendi o dönemde Tefsir-i Mevahip adlı eseri yazmakla meşgul olduğu için, padişahın emriyle tamamlamak üzere sürgün yeri Kadıköy olarak değiştirilmiştir. Murat Mollazade Arif Efendi de bu yola suçlanır ve İstanbul’a ayak basmamak üzere Aydın Güzelhisarı’na sürgün edilir. Cevdet Paşa (239) bu konuya ilişkin tespitini şu şekilde belirtmektedir. “ Bunların Bektaşilikle hiç ilgi ve ilişkileri yoktu.” Ayrıca devlete karşı açıkça tavır takındığı iddia edilen Sarraf Şapçı Yahudi Bektaşilikle itham edilerek idam edilmiştir. Şapçı Yahudi’nin idamından sonra bütün mallarına devletçe el konulmuştur ( Mutlu) 25). Örneklerde görüldüğü üzere birbirlerine düşmanlık besleyen insanlar, hasımlarını Bektaşi olmakla ‘suçlayarak’ ceza almalarını sağlamaktadırlar. Bu gibi örnekler o dönemde Bektaşi olmanın ne denli takibe maruz kalınabileceğinin ipuçlarını vermektedir.
Bu süreçte Bektaşi olmadıklar halde isimlerinin sonunda ‘baba’ unvanı bulunan pek çok şeyh de aynı akibete uğrayarak sürgün edilmişlerdir. Örneğin; Halep’teki Bayram Baba tekkesi kapatılarak mallarına el konulmuş daha sonra ise bu tekkenin Halveti’lere ait olduğu anlaşıldı 1831 yılında yeniden açılarak şeyhliğine Abdulhamid Dede tayin edilmiştir. ( Boz 199 – 88)
Bektaşilere yönelik olarak uygulanan takip siyaseti öyle bir boyuta varmıştır ki, Yeniçeri isyanı sırasında hapiste olmalarına rağmen, 15 kişi daha sonra tutuklanarak diğer Bektaşiler gibi Şeyhülislamın sorgusuna çekildikten sonra yedi tanesinin ehl-i sünnet olduklarına kanaat getirilerek serbest bırakılmasına, diğer sekiz kişinin ise bozuk itikatları sebebiyle ayrı, ayrı yerlere sürgün edilmelerine karar verildiği anlaşılmıştır. ( Ayar, 1998 – 42)
II. Mahmud, Rumeli’deki Bektaşi Tekkelerinin yıkımının ve Bektaşilerin durumlarının kontrolünü sağlamak amacıyla Hacı Ali Bey ve ulemalardan Pirlepeli Ali Ağa’yı; Anadolu Teklerini yıkmak için de Cebecibaşı Ali Ağa ve müderrislerde Çerkeşi Mehmet Efendi’yi 1 Ağustos 1826 tarihinde memur tayin etmiştir. (Uzunçarşılı 1988 – 572). Hacı Bektaş Kasabasında ki Pirevi Külliyesi’ndeki camiye ‘Nakşibendiye Camii’ adı verilirken, buradaki tekkeye de Nakşibendi Şeyhi Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi atanmıştır. Son Bektaşi postnişini Hamdullah Efendi ise 1828 yılında Merzifon’a sürülmüştür (Gündüz, 1997, s. 19).
Diğer taraftan II. Mahmud 1827 yılında, Hacı Bektaşı Veli Vakfı yönetimini Nakşibendi Tarikatı ilkeleri doğrulusunda yönetmesi koşuluyla Hamdullah Efendi’yi görevlendirdiği doğrulusunda bir berat verir. “ …kötünün ortadan kaldırılmasıyla Nakşibendi Tarikatı usulü yerine getirilmek koşuluyla adı geçen kardeş Seyyid Veliyüddin’e…. Görev belgesi gereğince bu beratı verdim.” ( öz B., 1997 b, 93). Bektaşi Veliyüddin posta oturtulurken, zaviyeyi Nakşibendi usulüne göre yönetmesi konusunda ‘uyarılır’. Veliyüddin’in 1828 yılında ölümüyle Nakşibendi şeyhi Said Efendi’nin ataması yapılır (Ulusoy, 1986, 94).
Devletin her tarafında, özellikle de Rumeli’de yaygın olan Bektaşi tekkelerinin bir kısmı cami, medrese ve mekteplere tahsis edilmiş, bir kısmı da özellikle Nakşibendi’lerin kontrolüne verilmiştir. ( Gündüz, 1997, 19).
Böylelikle Bektaşi tekkelerinin ‘ıslah edilip ehl-i sünnete’ kazandırılması kararlaştırılmıştır. ( Öz B., 1997a, 180).
II. Mahmud, ‘ Bunu kendimize iş edinip bu din sapkını topluluğu yok etmeye çalışacağız’ diyerek, idam edileceklerin hemen öldürülmelerini, bağışlanması istenilenlerin ise sürgün edilmelerini buyurur ( Öz B., 1997a, 180). Sanırız Bektaşilerin takip işinin gevşek tutulmuş olmasından dolayıdır ki, padişah bu işin yakından izlenmesi ve Bektaşiliğin tümüyle yok edilmesini sadrazamlık katından tekrar ister. Ancak II. Mahmud’un sadrazamlarından kimi Bektaşilerin araştırılmasını ve gereken cezanın verilmesini istediği fermanda “…Ben sana söyler iken rüzgarın şiddetli olmasından ve camların vurmasından işitmemişsin…” ifadelerinden üslubunun fazlasıyla sertleştiğini söyleyebiliriz ( Öz B., 1997b, 91).
Padişahın Bektaşilik işinin ağır çözüldüğü ve daha hızlandırılması yolunda sadrazamına verdiği buyrukta üslubunun daha da sertleştiği görülmektedir.
“… Şöyle böyle denilerek bunların yerine getirilmesi pek gecikti…. Denetçiler görevden uzaklaştırılsın… Birçok yasaların uygulanmasına izin vermeme karşın, yine yüzüstü bırakılıyor… Her ne kadar işler çoksa da, birine bir düzen verilmeden başkalarına başlanıyor. İşler Arapsaçına döndüğünden bir kat daha zorlaşıyor. Zecriye maddesi nasıl oldu(?)…her biri hizmet beğendireyim diye işleri birbirlerine dolaştırıyorlar. Şimdiye kadar bir şey söylemediğimden aşırıya gitmeye başladılar. Sonunda kızacağımı düşünmüyorlar mı(?)… Sonra, şöyle oldu, böyle oldu sözlerini dinlemem…” ( Öz B., 1997b, 94)
Sadrazam selim Paşa, Bektaşi takibi meselesinin ağırdan alınmasında şeyhülislamı sorumlu gördüğünden olsa gerekir ki, takip işi için bizzat padişah tarafından görevlendirilmesini ister. Bunun üzerine II. Mahmud, Bektaşiliği ortadan kaldırmak için veziriazamına gönderdiği buyrukla şeyhülislamı görevlendirmektedir.
“ benim vezirim… Bektaşilerin, tarikat şeyhleri, Kuran hocaları ve şeriat memurları, mahalle imamları gibi yansız (!) kişilerden oluşan inceleme-araştırma kurulları yoluyla durum incelenerek baskı ve korumanın dışında tutularak, haklarında şeri yasalar neyi gerektiriyorsa onu uygulayarak, yoksul-zengin ayırımı yapılmaksızın hangi sınıftan olursa olsun eşit tutularak, şu Bektaşi fesadı maddesinin ehli sünnet arasında tümüyle temizlemek için şeyhülislamlığın bu işi üstlenmesi buyruğumuzdur. Bu Bektaşilik fesadının Muhammed ümmeti arasından kaldırılmasına birlikte çaba ve özen gösteriniz.” (Öz, B., 1997b, 91)
II. Mahmud, Bektaşiler ve tekkeleri hakkında nasıl işlem yapılacağı konusunda ülkenin değişik yerlerine gönderdiği buyrukta tarikatın neden yasaklandığını belirttikten sonra, şeriatın gereği olarak bütün Bektaşi tekkelerinin yıkılmasını, tekke vakıflarının iptal edilmesini, bu arazi ve vakıfların devlete (beytülmal) döndürülmesini aldığı iki adet fetva eşliğinde emretmektedir (Öz, B., 1997b, 88).
Olayların gelişim seyrine ve II. Mahmud’un Bektaşi takibatının çok ciddiye alınması konusundaki uyarılarına bakılırsa tarikatın yasaklanmasını isteyen ana unsurun saltanat ricali olduğunu söyleyebiliriz. Kıncı Baba yargılanırken, hangi dine mensup olduğu sorulması üzerine muhibbeleriyle birlikte kelime-i şehadet getirince, “…yeis halinde iman makbul değildir, öleceğini anladığı için şehadet getirdi…” denilerek ölümüne karar verilmiştir ) Sezgin, 1995, 165). Bu gibi durumlar kararın daha çok siyasi bir uygulama olduğu gerçeğini pekiştirmektedir.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusuna kayıt yaptıran bazı eski Yeniçeri askerinin ‘yeniçeriliği yeniden ihya etmek’ gibi sözler konuşulmalarının anlaşılması üzerine takibata alınır ve bunlardan birkaçının sorguları neticesinde Bektaşi kıyafetinde bir adamla sohbetler ettiği öğrenilir. Daha sonra bu askerle savaş divanına verilerek öldürülür ( Ahmed Cevdet, 245).
Bu tür olaylardan yola çıkarak, Bektaşi dervişleriyle, 1826 sonrası yeni kurulan orduya kayıt yaptıran bazı yeniçeri eski Yeniçeri askerlerinin ilişkilerini canlandırma gayreti içinde oldukları sonucunu çıkabiliriz.
Bu arada, Bektaşilerin bir kısmının ehl-i sünnet inancına sokulması ve denetim altında tutulması amacıyla sürgünlerin Kayseri gibi ulemanın etkin olduğu bölgeler yapıldığı konusuna yukarıda değinmiştik. 1827 Temmuz’unda Kayseri’ye gönderilen bir fermanda;
“ Bir müddetten beri bazı erbab-ı Rafizin Hacı bektaş-ı Veli’ye mensubiyet davasıyla şer-i şerife ve dört halifeye zebandirazlik misullu hareketleri ve bunların çoğaldığından bahisle, tekkelerinin yıkıldığı, kimine siyaset uygulandığı, kimi sürgün edildiği, emlaklerin istirdadı lazım geldiği.” bildirilerek, bunların cami ve mescidlerde evkat-ı hamseyi ( beş vakit namazı) cemaatle eda etmelerine dikkat edilmesi emredilir ( Ortaylı, 2000, 374).
Anlaşılan odur ki, takkiye yapmak zorunda bırakılan Bektaşiler, sürgüne gönderildikleri yerlerde ehl-i sünnet dışı inançlarını hala muhafaza etmektedirler.
Hamdullah Efendi, sürgünde bulunduğu sırada 1846 yılında Amasya’da ölmüştür. Mehmet Hamdullah Çelebi’nin, Amasya’ya sürgününden sonra ‘Hasreti’ mahlasıyla şiirler yazdığı bilinmektedir (Ulusoy, 1986, 93).
Dede-Baba’nın bu sıralarda ‘Hasreti’ mahlasıyla şiir yazmaya başlaması anlamlıdır.
Bektaşi tekkelerinin yıkılması faaliyetine önce İstanbul’dan başlandığı anlaşılmaktadır. Kapatılan Bektaşi tekkeleri hakkında ayrıntılı bilgi veren Hasluck’a (1995)göre İstanbul’da on dört Bektaşi tekkesinden dokuzu yıkılmıştır. Rumelihısarı’nda Şehitlik, Öküz Limanı, Karaağaç, Yedikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdivenköy ve Çamlıca’daki Bektaşi tekkeleri yıkılanlar arasındadır. Türbelerin haricindeki binaların yıkılmasının ardından, tekkelerin müsadere için malların defterlerinin tutulmasının ardından raporların hükümete sunulduğu, bu raporlar doğrultusundan işlem yapıldığı anlaşılmaktadır.
İstanbul’daki tekkelerin kapatılmasının ardından, 1827 tarihli padişah buyruğuyla,
“ Anadolu tarafından olan bütün Bektaşi tekke ve zaviyelerinin yalnız türbeler yerinde bırakılarak binaların yıkılmasıyla mal, eşya, emlak ve bunların (dükkan, ev) tarafıma düşenler için kaydedilmiş, yazılmış ve imzalanmış defterlerinin gönderilmesi…” istenmektedir. ( Öz. B., 1997b, 92).
Bu doğrultuda kapatılan tekkeler arasında Bektaşilik açısından son derece önemli olan ve Elmalı’da bulunan Abdal Musa Tekkesi de vardır. Tekkenin bütün mal ve mülklerine el konulmuş, eşyaları satılmıştır. Tekkede bulunan görevliler de başka yerlere sürülmüştür. Abdal Musa Tekkesi’nin Anadolu ve Rumeli’deki Bektaşi zaviyelerinin en büyüklerinden biri olduğunu düşünürsek, tekkeye ait yapıların fazlalığı daha kolay anlaşılabilir. Tekke kapatıldığı zaman sahip olduğu binalar şu şekilde verilmiştir; üzeri kurşun kaplı türbe; üzerine kurşun kaplı bir adet köşk; bir adet hamam; bir adet çamaşırhane; iki adat misafir odası; dört adet at ahırı; bir adet öküz ahırı; üç adet mektep odası; üç adet mutfak; on adet ambar; bir adet dükkan (Daşçıoğlu, 25).
Tekkede birçok mezar taşı bulunmaktadır. Postnişinlere, dervişlere ve bunların aile fertlerine ait olan bu taşların bir bölümü 1826’dan önceye aittir. 1826 süreciyle birlikte Bektaşilerin mezar taşlarının büyük oranda tahrip edildiği anlaşılmaktadır. (Tanman, 1988, 65).
Çeşitli kaynaklara göre 1826 müdahalesiyle birlikte kapatılan, yıkılan, bağlı bulunanın sürgüne gönderildiği Bektaşi tekkelerinden bazıları şunlardır; Anadolu: Haydar Baba Tekkesi, Yatağan Baba Tekkesi, Hamza Baba Dergahı, Ayn-i Ali Baba Tekkesi, Niyazı Baba Tekkesi, Cafer Baba Tekkesi, İnci Baba Tekkesi, Şahkulu Sultan Dergahı, İstanbul: Karaağaç tekkesi, Karyağdı Tekkesi, Perişan Baba Tekkesi, Şehitlik Tekkesi, Akbaba Tekkesi, İvaz Fakih Baba Tekkesi, Bademli Tekkesi, Yarımca Baba Tekkesi, Seyyid Ali ( Kızıl Deli) Sultan Dergahı, Kesriye Tekkesi, Vodorina Tekkesi, Velikiot Tekkesi, Kuç Tekkesi, Hıdır Baba Tekkesi; Mısır; kaygusuz Abdal Tekkesi, Kasr-ı Ayn Tekkesi ( Hasluck, 1995; Melikof, 1999b; Öz B.,1997 a, İzti, 1998).
Hasluk (1995), sadece Edirne’de on altı Bektaşi tekkesinin yıkıldığını, tekke topraklarına ise Anadolu’dan getirilen göçmenlerin yerleştirildiğini belirtmektedir. Devletin her tarafında, özellikle de Rumeli’de yaygın olan Bektaşi tekkelerinin bir kısmı cami ve medreseye tahsis edilmiş, büyük bir kısmı da birer ehl-i sünnet türbedar atanmak suretiyle başta Nakşibendilik olmak üzere Kadirilik ve Sadilik gibi tarikatların kullanımına verilmiştir.
Öztürk (1992), Esad Efendi’den yaptığı alıntıya dayanarak, İstanbul’daki bazı Bektaşi Tekkelerinin kapatılması sırasında alkollü içkilere rastlandığını, dahası içki şişelerinin ağızlarına, yırtılan Kur’an sayfalarının (İftiranın boyutlarına bakınız!) tıkaç yapıldığını ifade etmektedir. Özellikle Rumeli’deki bazı Bektaşi tekkelerinde alkolün bulunmuş olması, Bektaşi ritüel ve erkanı açısında anlaşılabilir bir durumdur. Ancak Kur’an sayfalarının tıkaç olarak kullanılması iftiranın ne boyutlara ulaştığının fotoğrafıdır. Esad Efendi’nin bu tespitlerini değerlendirirken, kendisinin 1826 sürecinin kalemşörü (zamane yalaka medyası diyebiliriz) olma misyonunu unutmamak gerekir. Diğer taraftan II. Mahmud’un, Bektaşilerin izlenmesinde imamlara ( hafiye imama) görev verdiğini hatırlarsak durum daha da anlaşılır hale gelir düşüncesindeyiz.
BEKTAŞİ VAKIFLARININ DURUMU
Bektaşi Dede-Babalarına yönelik uygulanan takip siyaseti ve tekkelerin kapatılmasının ardından sıra Bektaşi vakıflarına el konulması sürecine gelmiştir. II. Mahmud müsaderenin kaldırıldığını bir fermanında şu şekilde bildirmektedir:
“Bundan böyle saltanatın millet için bir dehşet ve bir korku kaynağı değil, fakat bir destek olmasını istiyorum. Bunun için bireyin malına el konulması geleneğini kaldırıyorum.” ( Karal, 1994, 152)
II. Mahmud. Bektaşi tekkelerine yönelik olarak yayınladığı fermanda ise “…Ellerindeki tekke ve zaviyeler için…önceden verilen arazi vakıfları iptal edilerek, bu arazi ve vakıflar devlete döndürülecektir.” ( Öz, B., 1997b, 88)
Bir taraftan Bektaşi mal ve tekkelerine müsadere yapan II. Mahmud, diğer taraftan da saltanatın dehşet kaynağı olmasını istemediği için müsadereyi kaldıran Sultan II. Mahmud vardır. O halde II. Mahmud’un Bektaşiler için müsadere yaparken, devleti Bektaşilerin nazarında ‘dehşet ve korku kaynağı‘ haline getirdiği sonucuna varabilir miyiz?
Bektaşi tekkelerinin kapatılmasından sonra bütün gelirlerine ve gayri menkullerine el konulmuştur. Vakıflar, belirli aralıklarla satılarak hazineye gelir kaydedilmiştir. Satışlardan, iltizamdan ve emanetten elde edilen gelirler önceleri Asakire-i Mansure-i Muhammediye’nin masraflarının karşılanması için Mukataat Hazine’sine, daha sonra ise özel bir hazine olarak oluşturulduğunu düşündüğümüz Mansure Hazinesine gönderilirken; tekkelerin enkazlarının da cami, mescid ve medrese gibi yapılarda kullanılması istenmiştir ( Ayar, 1998, 51,75, 84, 105).
Burada dikkat değer bir konu ise tekke ve zaviye vakıfları olan gayrimenkulleri almaya halkın dini duygularla fazla rağbet etmemesi üzerine bunlar, zaman, zaman gerçek değerinin çok altında satılmıştır. ( İpşirli, 1990, 56)
Yapılan satışlara daha çok gayrimüslim azınlıkların rağbet ettiğini düşünmek yanlış olmasa gerekir. Örneğin; Cuma ve Bucak Bektaşi tekkelerindeki mülkler Osmanlı yerel yöneticilerince Koçanalı bir Rum zengine satılmıştır ( Öz, 1997a, 184).
Halkın Bektaşilere ve Bektaşi mallarına yönelik yaklaşımında Osmanlı yönetiminin propagandasının etkili olduğunu düşünmeliyiz. Halk arasında Bektaşiler aleyhinde genel bir düşmanlık havası yaratılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır ( Uzunçayırlı, 1988, 566). Bizzat Cevdet Paşa (1966, 236), Bektaşilerin kanun yoluyla idam edilmelerinin, devleti sever görünenlerin amacı olduğunu belirtmektedir. Böylelikle Bektaşilerin tamamen ortadan kaldırılması devletin tam bir hedef halinde ortaya konulmaktadır. Bektaşilerin öldürülmelerini amaç haline getirmeyen kimseler, devleti sevmemekle itham edilmiş olmaktadır. Bu tür yaklaşımların Bektaşiler için halk nezdinde yapılan propagandanın ulaştığı boyutu gösteriyor.
Bektaşilere yönelik uygulanan takip siyasetinin, en büyük zararlarından birisi de, yıkılan Bektaşi tekkelerindeki birçok yazılı eserin yakılarak yok edilmesidir. Müsadere edilen sadece tekkelerin gayrimenkulleri değildir, tekkeye ait evrak ve kitapların büyük bölümü de müsadere edilmiştir ( Ortaylı, 2000, 348). Öyle sanıyoruz ki, yok edilen eserlerin sayısının binlerle ifade edildiği bu sürecin en büyük zararlarından birisi, Bektaşilik tarihinin yeterince açıklanamayan noktalarını aydınlatması muhtemel ışığı da söndürmüştür.
Abdal Musa tekkesinde, o dönemin koşullarına göre oldukça iyi bir kütüphanenin olduğu bilinmektedir. Bu kütüphanede değişik türden on üçü KUR’AN-I KERİM olmak üzere 141 cilt kitap bulunmaktadır. Kütüphanedeki kitaplar incelendiğinde, diğer tarikatların tekkelerinde bulunabilecek kitapların burada da bulunduğu görülmektedir (Daşçıoğlu, 1996, 22, 23).
Demir Baba Tekkesi, Göbekli Saraç Baba Tekkesi, Nefer Baba Tekkesi ve Hızır Baba Tekkesi ile Kara Baba Tekkesinde de birer kütüphane mevcuttur. Bu tekkelerde bulunan kitaplar Abdal Musa Tekkesindeki mevcut kitaplardan daha azdır. Ancak kitaplara bakıldığı zaman genelde içerik yönün aynı tür eserlerin varlığı göze çarpar. Bu eserler ya Büyük İslam Klasikleri ya da didaktik edebiyat eserleridir ( Daşçıoğlu, 1996, 24).
Ancak bu durum, Bektaşilerin Sünniliğine kanıt gösterilmesi anlamına gelmemelidir. Bektaşilerin kendilerine ait kitapların yanında Sünni dinsel öğretiye yönelik kitapların da bulunması, Osmanlı devlet yönetiminin bir baskısı sonucu olabileceği gibi, bilgi edinme gereğinin sonucu da olabilir ( Öz B., 1997a, 209).
Bu arada Bektaşilerin, Osmanlı devletinin takibinden en az zararla kurtulmak için ehl-i sünnet dışı eserlerin bazılarını ortadan kaldırmış olması da akla gelebilir.
Ahmet Yaşar Ocak (1992, 378), Bektaşi tarikatının kaldırılmasında sadece birkaç küçük tekke Dede-Babasının idam edilmiş olmasıyla yetinildiği belirtmektedir.
1826 sürecinin Sayın Ocak’ın dediği gibi birkaç Bektaşi Dede-babasının idamıyla sonuçlanmış olması doğru olsa bile bu Bektaşiler yönelik yapılan, baskı ve zulmün az olduğu anlamına getirilmemelidir.
Her şeyden önce son Yeniçeri isyanından bulunan suçluları tek, tek bulmaları mümkün olmaması nedeniyle Bektaşilerin tümü hakkında – her ne kadar tam olarak uygulanmasa da – ‘katli vaciptir’ kararı alınması önemli bir göstergedir.
Ayrıca Osmanlı yönetimi, tarikatı hedef almamış olsaydı tüm Bektaşi Tarikatını kapatıp, Bektaşilerle ilgili her şeyi yasaklar mıydı?
Bektaşileri, tarikatı kapatan II. Mahmud’a karşı neler hissettiğini anlamak pek de zor olmasa gerekir. Zira Bektaşiler, II.Mahmud’un Bektaşi Tarikatını kapatması esnasında yetmiş bin Bektaşiyi idam etmeye yemin ettiğine, fakat kafasını kesecek kadarını bulamayınca, Bektaşi mezar taşlarının kafalarını sayı tamamlanana kadar uçurulmasını emrettiği anlatılır.
Ayrıca Bektaşiler, İstanbul – Cağaloğlu – Divanyolu’ndaki II. Mahmud türbesinin önünde ne zaman geçseler, tükürüp lanet okumanın, onların ananelerinden biri haline geldiği söylenir( Birge, 1991, 92).
Bektaşilerin yeniden yerüstüne çıkmasıyla birlikte II. Mahmud’un anısı, doğal olarak Bektaşileri ürperten bir hal almış olmalı ki, bu tür söylenceler Bektaşiler tarafından kabul görür.
BEKTAŞİLİĞİN VAROLMA MÜCADELESİ
Balım Sultan dönemi ile başlayan Bektaşi tarikatı’nın ‘resmi tarihi’ 1826 süreciyle birlikte sona ermiştir. Bektaşiler için üçüncü evre olan 1826 sonrası ‘gizli yılların’ başlangıcı anlamına gelmektedir. Osmanlı hetorodox inanç geleneğinin en büyük tarikatı olan Bektaşilik, yaklaşık üç yüz yıldan fazla bir zaman resmi etkinliğini sürdürürken 1826 karşı hareketinden sonra bu etkinliğini resmi olmayan boyuta taşımıştır. Böylelikle bu güne gelindi.
Bektaşiliğin yasaklanmasıyla birlikte tarihe ‘ Osmanlı devleti tarihinde ilk kez bir tarikat kapatılmıştır’ notu düşülmüştür.
Kapatma kararı, Bektaşi Vakıf, tekke ve inanç önderlerinin (Dede-baba) sıkı takibi ile desteklenmiştir.
İstanbul tekkelerindeki babalar ve muhibbleri tutuklanarak darphaneye hapsedilirler. Kıncı Baba, İstanbulağasızade Ahmet Baba ve Salih Baba idam edilirler. Diğerleri Şeyhülislam Efendi tarafından iman yoklamasına çekilerek Sünnilikleri kontrol edilir. Yapılan sorgular neticesinde idam edilmeyen Bektaşilerin İslami ilimlerde derin bilgileri olmamakla beraber, zındık ve mulhid olmadıkları anlaşıldığı, buna rağmen tümünün sürgün edilmesine karar verilir. Rumelihisarı’nda şehitlik tekkesinde Mahmut Baba ve yedi nefer muhibbi Kayseri’ye, Öküz ya da Paşa limanı tekkesinde Ahmet Baba ve Kazlıçeşme tekkesinde Hüseyin baba ikişer nefer muhibbleri ile Hadim’e, Karaağaç tekkesinde o tarihte aynı zamanda ‘Hacı Bektaş Vekili’ olan İbrahim Baba ile sekiz nefer muhibbi, Sütlüce Tekkesinde Mustafa baba ve Eyüp’te Karyağdı tekkesinde Mustafa baba ve üç Bektaşi ile Birgi’ye, Karaağaç tekkesinde misafir olan Yusuf Baba Amasya’ya, yine misafirlerden Ayıntablı Mustafa Baba Güzelhisar’a, Kıncı’nın kardeşi Mehmet baba Çamlıca tekkesinde Mehmet Baba ve Merdivenköy tekkesinde diğer Mehmet Baba dört nefer muhibbi ile Tire’ye gönderilir. ( Ahmet Cevdet,1966- 238; Birge, 1991- 89). Sürgünlerin Hadim, Birgi ve Kayseri gibi ulemanın etkili olduğu yerlere yapılmış olması, Bektaşilerin sıkı kontrol altında tutulmak istendiğinin göstergesidir.
İstanbul’da kalan diğer Bektaşilerin – takip siyasetinden daha az etkilenmemek adına – Sünni kılığına girerek takiye yaptığı anlaşılıyor. İzzet Molla Bektaşilere yönelik uygulanan takip siyasetini şu dizlerle dile getirmektedir. “ Ağalar eyledi cehime seferin/ Çaldı Bektaşiler de göç borusun.” ( Ahmet Cevdet paşa ).
Bektaşi tarikatının kapatılması, bazı ulema ve diğer tarikat mensuplarının hoşlanmadıkları kimseleri gözden düşürülmesine zemin hazırladığı anlaşılıyor. 1826 sonrası süreçte Bektaşi olmak o kadar suç teşkil eden bir durum arz ediyor olmalıdır ki insanların hırsları ve düşmanlıkları yüzünden Bektaşilikle hiç ilgisi ilişkisi olmayan kimseleri ‘ Bektaşi diye ihbar etmişlerdir. (Bu Cadı kazanı yakın tarihimizde Cumhuriyetin ilk dönemlerinde mürteci ve soğuk savaş yıllarında komunist yaftalarıyla ihbarı olarak sürüp gitmiştir.)
Cevdet Paşa (239), Bektaşilerin sıkı bir şekilde arandığı sırada Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi olarak bilinen özel bir ilmi grubun üyeleri olan Melekpaşazade Abdülkadir bey, eski vakanüvis Şanizade Mehmet Ataullah Efendi ve defterdar İsmail Ferah (Faruh) Efendi gibi isimlerin Bektaşilikle suçlanarak Manisa, Menemen, Bursa gibi yerlere sürgün edildikleri bildirilmektedir. Ancak Ferah Efendi o dönemde Tefsir-i Mevahip adlı eseri yazmakla meşgul olduğu için, padişahın emriyle tamamlamak üzere sürgün yeri Kadıköy olarak değiştirilmiştir. Murat Mollazade Arif Efendi de bu yola suçlanır ve İstanbul’a ayak basmamak üzere Aydın Güzelhisarı’na sürgün edilir. Cevdet Paşa (239) bu konuya ilişkin tespitini şu şekilde belirtmektedir. “ Bunların Bektaşilikle hiç ilgi ve ilişkileri yoktu.” Ayrıca devlete karşı açıkça tavır takındığı iddia edilen Sarraf Şapçı Yahudi Bektaşilikle itham edilerek idam edilmiştir. Şapçı Yahudi’nin idamından sonra bütün mallarına devletçe el konulmuştur ( Mutlu) 25). Örneklerde görüldüğü üzere birbirlerine düşmanlık besleyen insanlar, hasımlarını Bektaşi olmakla ‘suçlayarak’ ceza almalarını sağlamaktadırlar. Bu gibi örnekler o dönemde Bektaşi olmanın ne denli takibe maruz kalınabileceğinin ipuçlarını vermektedir.
Bu süreçte Bektaşi olmadıklar halde isimlerinin sonunda ‘baba’ unvanı bulunan pek çok şeyh de aynı akibete uğrayarak sürgün edilmişlerdir. Örneğin; Halep’teki Bayram Baba tekkesi kapatılarak mallarına el konulmuş daha sonra ise bu tekkenin Halveti’lere ait olduğu anlaşıldı 1831 yılında yeniden açılarak şeyhliğine Abdulhamid Dede tayin edilmiştir. ( Boz 199 – 88)
Bektaşilere yönelik olarak uygulanan takip siyaseti öyle bir boyuta varmıştır ki, Yeniçeri isyanı sırasında hapiste olmalarına rağmen, 15 kişi daha sonra tutuklanarak diğer Bektaşiler gibi Şeyhülislamın sorgusuna çekildikten sonra yedi tanesinin ehl-i sünnet olduklarına kanaat getirilerek serbest bırakılmasına, diğer sekiz kişinin ise bozuk itikatları sebebiyle ayrı, ayrı yerlere sürgün edilmelerine karar verildiği anlaşılmıştır. ( Ayar, 1998 – 42)
II. Mahmud, Rumeli’deki Bektaşi Tekkelerinin yıkımının ve Bektaşilerin durumlarının kontrolünü sağlamak amacıyla Hacı Ali Bey ve ulemalardan Pirlepeli Ali Ağa’yı; Anadolu Teklerini yıkmak için de Cebecibaşı Ali Ağa ve müderrislerde Çerkeşi Mehmet Efendi’yi 1 Ağustos 1826 tarihinde memur tayin etmiştir. (Uzunçarşılı 1988 – 572). Hacı Bektaş Kasabasında ki Pirevi Külliyesi’ndeki camiye ‘Nakşibendiye Camii’ adı verilirken, buradaki tekkeye de Nakşibendi Şeyhi Kayserili Şeyh Mehmed Said Efendi atanmıştır. Son Bektaşi postnişini Hamdullah Efendi ise 1828 yılında Merzifon’a sürülmüştür (Gündüz, 1997, s. 19).
Diğer taraftan II. Mahmud 1827 yılında, Hacı Bektaşı Veli Vakfı yönetimini Nakşibendi Tarikatı ilkeleri doğrulusunda yönetmesi koşuluyla Hamdullah Efendi’yi görevlendirdiği doğrulusunda bir berat verir. “ …kötünün ortadan kaldırılmasıyla Nakşibendi Tarikatı usulü yerine getirilmek koşuluyla adı geçen kardeş Seyyid Veliyüddin’e…. Görev belgesi gereğince bu beratı verdim.” ( öz B., 1997 b, 93). Bektaşi Veliyüddin posta oturtulurken, zaviyeyi Nakşibendi usulüne göre yönetmesi konusunda ‘uyarılır’. Veliyüddin’in 1828 yılında ölümüyle Nakşibendi şeyhi Said Efendi’nin ataması yapılır (Ulusoy, 1986, 94).
Devletin her tarafında, özellikle de Rumeli’de yaygın olan Bektaşi tekkelerinin bir kısmı cami, medrese ve mekteplere tahsis edilmiş, bir kısmı da özellikle Nakşibendi’lerin kontrolüne verilmiştir. ( Gündüz, 1997, 19).
Böylelikle Bektaşi tekkelerinin ‘ıslah edilip ehl-i sünnete’ kazandırılması kararlaştırılmıştır. ( Öz B., 1997a, 180).
II. Mahmud, ‘ Bunu kendimize iş edinip bu din sapkını topluluğu yok etmeye çalışacağız’ diyerek, idam edileceklerin hemen öldürülmelerini, bağışlanması istenilenlerin ise sürgün edilmelerini buyurur ( Öz B., 1997a, 180). Sanırız Bektaşilerin takip işinin gevşek tutulmuş olmasından dolayıdır ki, padişah bu işin yakından izlenmesi ve Bektaşiliğin tümüyle yok edilmesini sadrazamlık katından tekrar ister. Ancak II. Mahmud’un sadrazamlarından kimi Bektaşilerin araştırılmasını ve gereken cezanın verilmesini istediği fermanda “…Ben sana söyler iken rüzgarın şiddetli olmasından ve camların vurmasından işitmemişsin…” ifadelerinden üslubunun fazlasıyla sertleştiğini söyleyebiliriz ( Öz B., 1997b, 91).
Padişahın Bektaşilik işinin ağır çözüldüğü ve daha hızlandırılması yolunda sadrazamına verdiği buyrukta üslubunun daha da sertleştiği görülmektedir.
“… Şöyle böyle denilerek bunların yerine getirilmesi pek gecikti…. Denetçiler görevden uzaklaştırılsın… Birçok yasaların uygulanmasına izin vermeme karşın, yine yüzüstü bırakılıyor… Her ne kadar işler çoksa da, birine bir düzen verilmeden başkalarına başlanıyor. İşler Arapsaçına döndüğünden bir kat daha zorlaşıyor. Zecriye maddesi nasıl oldu(?)…her biri hizmet beğendireyim diye işleri birbirlerine dolaştırıyorlar. Şimdiye kadar bir şey söylemediğimden aşırıya gitmeye başladılar. Sonunda kızacağımı düşünmüyorlar mı(?)… Sonra, şöyle oldu, böyle oldu sözlerini dinlemem…” ( Öz B., 1997b, 94)
Sadrazam selim Paşa, Bektaşi takibi meselesinin ağırdan alınmasında şeyhülislamı sorumlu gördüğünden olsa gerekir ki, takip işi için bizzat padişah tarafından görevlendirilmesini ister. Bunun üzerine II. Mahmud, Bektaşiliği ortadan kaldırmak için veziriazamına gönderdiği buyrukla şeyhülislamı görevlendirmektedir.
“ benim vezirim… Bektaşilerin, tarikat şeyhleri, Kuran hocaları ve şeriat memurları, mahalle imamları gibi yansız (!) kişilerden oluşan inceleme-araştırma kurulları yoluyla durum incelenerek baskı ve korumanın dışında tutularak, haklarında şeri yasalar neyi gerektiriyorsa onu uygulayarak, yoksul-zengin ayırımı yapılmaksızın hangi sınıftan olursa olsun eşit tutularak, şu Bektaşi fesadı maddesinin ehli sünnet arasında tümüyle temizlemek için şeyhülislamlığın bu işi üstlenmesi buyruğumuzdur. Bu Bektaşilik fesadının Muhammed ümmeti arasından kaldırılmasına birlikte çaba ve özen gösteriniz.” (Öz, B., 1997b, 91)
II. Mahmud, Bektaşiler ve tekkeleri hakkında nasıl işlem yapılacağı konusunda ülkenin değişik yerlerine gönderdiği buyrukta tarikatın neden yasaklandığını belirttikten sonra, şeriatın gereği olarak bütün Bektaşi tekkelerinin yıkılmasını, tekke vakıflarının iptal edilmesini, bu arazi ve vakıfların devlete (beytülmal) döndürülmesini aldığı iki adet fetva eşliğinde emretmektedir (Öz, B., 1997b, 88).
Olayların gelişim seyrine ve II. Mahmud’un Bektaşi takibatının çok ciddiye alınması konusundaki uyarılarına bakılırsa tarikatın yasaklanmasını isteyen ana unsurun saltanat ricali olduğunu söyleyebiliriz. Kıncı Baba yargılanırken, hangi dine mensup olduğu sorulması üzerine muhibbeleriyle birlikte kelime-i şehadet getirince, “…yeis halinde iman makbul değildir, öleceğini anladığı için şehadet getirdi…” denilerek ölümüne karar verilmiştir ) Sezgin, 1995, 165). Bu gibi durumlar kararın daha çok siyasi bir uygulama olduğu gerçeğini pekiştirmektedir.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusuna kayıt yaptıran bazı eski Yeniçeri askerinin ‘yeniçeriliği yeniden ihya etmek’ gibi sözler konuşulmalarının anlaşılması üzerine takibata alınır ve bunlardan birkaçının sorguları neticesinde Bektaşi kıyafetinde bir adamla sohbetler ettiği öğrenilir. Daha sonra bu askerle savaş divanına verilerek öldürülür ( Ahmed Cevdet, 245).
Bu tür olaylardan yola çıkarak, Bektaşi dervişleriyle, 1826 sonrası yeni kurulan orduya kayıt yaptıran bazı yeniçeri eski Yeniçeri askerlerinin ilişkilerini canlandırma gayreti içinde oldukları sonucunu çıkabiliriz.
Bu arada, Bektaşilerin bir kısmının ehl-i sünnet inancına sokulması ve denetim altında tutulması amacıyla sürgünlerin Kayseri gibi ulemanın etkin olduğu bölgeler yapıldığı konusuna yukarıda değinmiştik. 1827 Temmuz’unda Kayseri’ye gönderilen bir fermanda;
“ Bir müddetten beri bazı erbab-ı Rafizin Hacı bektaş-ı Veli’ye mensubiyet davasıyla şer-i şerife ve dört halifeye zebandirazlik misullu hareketleri ve bunların çoğaldığından bahisle, tekkelerinin yıkıldığı, kimine siyaset uygulandığı, kimi sürgün edildiği, emlaklerin istirdadı lazım geldiği.” bildirilerek, bunların cami ve mescidlerde evkat-ı hamseyi ( beş vakit namazı) cemaatle eda etmelerine dikkat edilmesi emredilir ( Ortaylı, 2000, 374).
Anlaşılan odur ki, takkiye yapmak zorunda bırakılan Bektaşiler, sürgüne gönderildikleri yerlerde ehl-i sünnet dışı inançlarını hala muhafaza etmektedirler.
Hamdullah Efendi, sürgünde bulunduğu sırada 1846 yılında Amasya’da ölmüştür. Mehmet Hamdullah Çelebi’nin, Amasya’ya sürgününden sonra ‘Hasreti’ mahlasıyla şiirler yazdığı bilinmektedir (Ulusoy, 1986, 93).
Dede-Baba’nın bu sıralarda ‘Hasreti’ mahlasıyla şiir yazmaya başlaması anlamlıdır.
Bektaşi tekkelerinin yıkılması faaliyetine önce İstanbul’dan başlandığı anlaşılmaktadır. Kapatılan Bektaşi tekkeleri hakkında ayrıntılı bilgi veren Hasluck’a (1995)göre İstanbul’da on dört Bektaşi tekkesinden dokuzu yıkılmıştır. Rumelihısarı’nda Şehitlik, Öküz Limanı, Karaağaç, Yedikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdivenköy ve Çamlıca’daki Bektaşi tekkeleri yıkılanlar arasındadır. Türbelerin haricindeki binaların yıkılmasının ardından, tekkelerin müsadere için malların defterlerinin tutulmasının ardından raporların hükümete sunulduğu, bu raporlar doğrultusundan işlem yapıldığı anlaşılmaktadır.
İstanbul’daki tekkelerin kapatılmasının ardından, 1827 tarihli padişah buyruğuyla,
“ Anadolu tarafından olan bütün Bektaşi tekke ve zaviyelerinin yalnız türbeler yerinde bırakılarak binaların yıkılmasıyla mal, eşya, emlak ve bunların (dükkan, ev) tarafıma düşenler için kaydedilmiş, yazılmış ve imzalanmış defterlerinin gönderilmesi…” istenmektedir. ( Öz. B., 1997b, 92).
Bu doğrultuda kapatılan tekkeler arasında Bektaşilik açısından son derece önemli olan ve Elmalı’da bulunan Abdal Musa Tekkesi de vardır. Tekkenin bütün mal ve mülklerine el konulmuş, eşyaları satılmıştır. Tekkede bulunan görevliler de başka yerlere sürülmüştür. Abdal Musa Tekkesi’nin Anadolu ve Rumeli’deki Bektaşi zaviyelerinin en büyüklerinden biri olduğunu düşünürsek, tekkeye ait yapıların fazlalığı daha kolay anlaşılabilir. Tekke kapatıldığı zaman sahip olduğu binalar şu şekilde verilmiştir; üzeri kurşun kaplı türbe; üzerine kurşun kaplı bir adet köşk; bir adet hamam; bir adet çamaşırhane; iki adat misafir odası; dört adet at ahırı; bir adet öküz ahırı; üç adet mektep odası; üç adet mutfak; on adet ambar; bir adet dükkan (Daşçıoğlu, 25).
Tekkede birçok mezar taşı bulunmaktadır. Postnişinlere, dervişlere ve bunların aile fertlerine ait olan bu taşların bir bölümü 1826’dan önceye aittir. 1826 süreciyle birlikte Bektaşilerin mezar taşlarının büyük oranda tahrip edildiği anlaşılmaktadır. (Tanman, 1988, 65).
Çeşitli kaynaklara göre 1826 müdahalesiyle birlikte kapatılan, yıkılan, bağlı bulunanın sürgüne gönderildiği Bektaşi tekkelerinden bazıları şunlardır; Anadolu: Haydar Baba Tekkesi, Yatağan Baba Tekkesi, Hamza Baba Dergahı, Ayn-i Ali Baba Tekkesi, Niyazı Baba Tekkesi, Cafer Baba Tekkesi, İnci Baba Tekkesi, Şahkulu Sultan Dergahı, İstanbul: Karaağaç tekkesi, Karyağdı Tekkesi, Perişan Baba Tekkesi, Şehitlik Tekkesi, Akbaba Tekkesi, İvaz Fakih Baba Tekkesi, Bademli Tekkesi, Yarımca Baba Tekkesi, Seyyid Ali ( Kızıl Deli) Sultan Dergahı, Kesriye Tekkesi, Vodorina Tekkesi, Velikiot Tekkesi, Kuç Tekkesi, Hıdır Baba Tekkesi; Mısır; kaygusuz Abdal Tekkesi, Kasr-ı Ayn Tekkesi ( Hasluck, 1995; Melikof, 1999b; Öz B.,1997 a, İzti, 1998).
Hasluk (1995), sadece Edirne’de on altı Bektaşi tekkesinin yıkıldığını, tekke topraklarına ise Anadolu’dan getirilen göçmenlerin yerleştirildiğini belirtmektedir. Devletin her tarafında, özellikle de Rumeli’de yaygın olan Bektaşi tekkelerinin bir kısmı cami ve medreseye tahsis edilmiş, büyük bir kısmı da birer ehl-i sünnet türbedar atanmak suretiyle başta Nakşibendilik olmak üzere Kadirilik ve Sadilik gibi tarikatların kullanımına verilmiştir.
Öztürk (1992), Esad Efendi’den yaptığı alıntıya dayanarak, İstanbul’daki bazı Bektaşi Tekkelerinin kapatılması sırasında alkollü içkilere rastlandığını, dahası içki şişelerinin ağızlarına, yırtılan Kur’an sayfalarının (İftiranın boyutlarına bakınız!) tıkaç yapıldığını ifade etmektedir. Özellikle Rumeli’deki bazı Bektaşi tekkelerinde alkolün bulunmuş olması, Bektaşi ritüel ve erkanı açısında anlaşılabilir bir durumdur. Ancak Kur’an sayfalarının tıkaç olarak kullanılması iftiranın ne boyutlara ulaştığının fotoğrafıdır. Esad Efendi’nin bu tespitlerini değerlendirirken, kendisinin 1826 sürecinin kalemşörü (zamane yalaka medyası diyebiliriz) olma misyonunu unutmamak gerekir. Diğer taraftan II. Mahmud’un, Bektaşilerin izlenmesinde imamlara ( hafiye imama) görev verdiğini hatırlarsak durum daha da anlaşılır hale gelir düşüncesindeyiz.
BEKTAŞİ VAKIFLARININ DURUMU
Bektaşi Dede-Babalarına yönelik uygulanan takip siyaseti ve tekkelerin kapatılmasının ardından sıra Bektaşi vakıflarına el konulması sürecine gelmiştir. II. Mahmud müsaderenin kaldırıldığını bir fermanında şu şekilde bildirmektedir:
“Bundan böyle saltanatın millet için bir dehşet ve bir korku kaynağı değil, fakat bir destek olmasını istiyorum. Bunun için bireyin malına el konulması geleneğini kaldırıyorum.” ( Karal, 1994, 152)
II. Mahmud. Bektaşi tekkelerine yönelik olarak yayınladığı fermanda ise “…Ellerindeki tekke ve zaviyeler için…önceden verilen arazi vakıfları iptal edilerek, bu arazi ve vakıflar devlete döndürülecektir.” ( Öz, B., 1997b, 88)
Bir taraftan Bektaşi mal ve tekkelerine müsadere yapan II. Mahmud, diğer taraftan da saltanatın dehşet kaynağı olmasını istemediği için müsadereyi kaldıran Sultan II. Mahmud vardır. O halde II. Mahmud’un Bektaşiler için müsadere yaparken, devleti Bektaşilerin nazarında ‘dehşet ve korku kaynağı‘ haline getirdiği sonucuna varabilir miyiz?
Bektaşi tekkelerinin kapatılmasından sonra bütün gelirlerine ve gayri menkullerine el konulmuştur. Vakıflar, belirli aralıklarla satılarak hazineye gelir kaydedilmiştir. Satışlardan, iltizamdan ve emanetten elde edilen gelirler önceleri Asakire-i Mansure-i Muhammediye’nin masraflarının karşılanması için Mukataat Hazine’sine, daha sonra ise özel bir hazine olarak oluşturulduğunu düşündüğümüz Mansure Hazinesine gönderilirken; tekkelerin enkazlarının da cami, mescid ve medrese gibi yapılarda kullanılması istenmiştir ( Ayar, 1998, 51,75, 84, 105).
Burada dikkat değer bir konu ise tekke ve zaviye vakıfları olan gayrimenkulleri almaya halkın dini duygularla fazla rağbet etmemesi üzerine bunlar, zaman, zaman gerçek değerinin çok altında satılmıştır. ( İpşirli, 1990, 56)
Yapılan satışlara daha çok gayrimüslim azınlıkların rağbet ettiğini düşünmek yanlış olmasa gerekir. Örneğin; Cuma ve Bucak Bektaşi tekkelerindeki mülkler Osmanlı yerel yöneticilerince Koçanalı bir Rum zengine satılmıştır ( Öz, 1997a, 184).
Halkın Bektaşilere ve Bektaşi mallarına yönelik yaklaşımında Osmanlı yönetiminin propagandasının etkili olduğunu düşünmeliyiz. Halk arasında Bektaşiler aleyhinde genel bir düşmanlık havası yaratılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır ( Uzunçayırlı, 1988, 566). Bizzat Cevdet Paşa (1966, 236), Bektaşilerin kanun yoluyla idam edilmelerinin, devleti sever görünenlerin amacı olduğunu belirtmektedir. Böylelikle Bektaşilerin tamamen ortadan kaldırılması devletin tam bir hedef halinde ortaya konulmaktadır. Bektaşilerin öldürülmelerini amaç haline getirmeyen kimseler, devleti sevmemekle itham edilmiş olmaktadır. Bu tür yaklaşımların Bektaşiler için halk nezdinde yapılan propagandanın ulaştığı boyutu gösteriyor.
Bektaşilere yönelik uygulanan takip siyasetinin, en büyük zararlarından birisi de, yıkılan Bektaşi tekkelerindeki birçok yazılı eserin yakılarak yok edilmesidir. Müsadere edilen sadece tekkelerin gayrimenkulleri değildir, tekkeye ait evrak ve kitapların büyük bölümü de müsadere edilmiştir ( Ortaylı, 2000, 348). Öyle sanıyoruz ki, yok edilen eserlerin sayısının binlerle ifade edildiği bu sürecin en büyük zararlarından birisi, Bektaşilik tarihinin yeterince açıklanamayan noktalarını aydınlatması muhtemel ışığı da söndürmüştür.
Abdal Musa tekkesinde, o dönemin koşullarına göre oldukça iyi bir kütüphanenin olduğu bilinmektedir. Bu kütüphanede değişik türden on üçü KUR’AN-I KERİM olmak üzere 141 cilt kitap bulunmaktadır. Kütüphanedeki kitaplar incelendiğinde, diğer tarikatların tekkelerinde bulunabilecek kitapların burada da bulunduğu görülmektedir (Daşçıoğlu, 1996, 22, 23).
Demir Baba Tekkesi, Göbekli Saraç Baba Tekkesi, Nefer Baba Tekkesi ve Hızır Baba Tekkesi ile Kara Baba Tekkesinde de birer kütüphane mevcuttur. Bu tekkelerde bulunan kitaplar Abdal Musa Tekkesindeki mevcut kitaplardan daha azdır. Ancak kitaplara bakıldığı zaman genelde içerik yönün aynı tür eserlerin varlığı göze çarpar. Bu eserler ya Büyük İslam Klasikleri ya da didaktik edebiyat eserleridir ( Daşçıoğlu, 1996, 24).
Ancak bu durum, Bektaşilerin Sünniliğine kanıt gösterilmesi anlamına gelmemelidir. Bektaşilerin kendilerine ait kitapların yanında Sünni dinsel öğretiye yönelik kitapların da bulunması, Osmanlı devlet yönetiminin bir baskısı sonucu olabileceği gibi, bilgi edinme gereğinin sonucu da olabilir ( Öz B., 1997a, 209).
Bu arada Bektaşilerin, Osmanlı devletinin takibinden en az zararla kurtulmak için ehl-i sünnet dışı eserlerin bazılarını ortadan kaldırmış olması da akla gelebilir.
Ahmet Yaşar Ocak (1992, 378), Bektaşi tarikatının kaldırılmasında sadece birkaç küçük tekke Dede-Babasının idam edilmiş olmasıyla yetinildiği belirtmektedir.
1826 sürecinin Sayın Ocak’ın dediği gibi birkaç Bektaşi Dede-babasının idamıyla sonuçlanmış olması doğru olsa bile bu Bektaşiler yönelik yapılan, baskı ve zulmün az olduğu anlamına getirilmemelidir.
Her şeyden önce son Yeniçeri isyanından bulunan suçluları tek, tek bulmaları mümkün olmaması nedeniyle Bektaşilerin tümü hakkında – her ne kadar tam olarak uygulanmasa da – ‘katli vaciptir’ kararı alınması önemli bir göstergedir.
Ayrıca Osmanlı yönetimi, tarikatı hedef almamış olsaydı tüm Bektaşi Tarikatını kapatıp, Bektaşilerle ilgili her şeyi yasaklar mıydı?
Bektaşileri, tarikatı kapatan II. Mahmud’a karşı neler hissettiğini anlamak pek de zor olmasa gerekir. Zira Bektaşiler, II.Mahmud’un Bektaşi Tarikatını kapatması esnasında yetmiş bin Bektaşiyi idam etmeye yemin ettiğine, fakat kafasını kesecek kadarını bulamayınca, Bektaşi mezar taşlarının kafalarını sayı tamamlanana kadar uçurulmasını emrettiği anlatılır.
Ayrıca Bektaşiler, İstanbul – Cağaloğlu – Divanyolu’ndaki II. Mahmud türbesinin önünde ne zaman geçseler, tükürüp lanet okumanın, onların ananelerinden biri haline geldiği söylenir( Birge, 1991, 92).
Bektaşilerin yeniden yerüstüne çıkmasıyla birlikte II. Mahmud’un anısı, doğal olarak Bektaşileri ürperten bir hal almış olmalı ki, bu tür söylenceler Bektaşiler tarafından kabul görür.
BEKTAŞİLİĞİN VAROLMA MÜCADELESİ
Balım Sultan dönemi ile başlayan Bektaşi tarikatı’nın ‘resmi tarihi’ 1826 süreciyle birlikte sona ermiştir. Bektaşiler için üçüncü evre olan 1826 sonrası ‘gizli yılların’ başlangıcı anlamına gelmektedir. Osmanlı hetorodox inanç geleneğinin en büyük tarikatı olan Bektaşilik, yaklaşık üç yüz yıldan fazla bir zaman resmi etkinliğini sürdürürken 1826 karşı hareketinden sonra bu etkinliğini resmi olmayan boyuta taşımıştır. Böylelikle bu güne gelindi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder