11 Mart 2012 Pazar

BALKAN HARBİNDE LÜLEBURGAZ MUHAREBESİNDEN BİR KESİT

Balkan Savaşının 100.Yılında LÜLEBURGAZ MUHAREBESİ (28 Ekim - 2 Kasım 1912)
Türk Doğu Ordusu'nun bu müthiş kaçıştan iki gün sonra 25 Ekimde Lüleburgaz hattında durması, gerçekten bir başarıydı. Asker sersemlemişti, yorgun, aç ve çıplaktı ve çamurlara bulanmıştı, soğuktan donuyordu ama yine de oradan oraya koşan komutanlarının emrine uymuş ve durmuştu. Kuşkusuz bunda, Bulgar ordusunun onun peşinden gelmeyişinin büyük rolü vardı.Suç, erlerde ve küçük komuta kademelerinde değil, yüksek komuta kademelerindeydi. Seferberlikte geç kalmalardan, taarruz konusundaki tereddütlerden, düşman kuvvetini ve düzenini bilmeden, ordu komutanı Abdullah Paşa'nın savunma isteğini geri çevirip taarruz emreden onlardı. Ordunun yorgun argın Lüleburgaz hattına çekildiği sıralarda, Ordu Komutanı Abdullah Paşa, yine tereddüt ve kararsızlıklar içindeydi. Soğukkanlılığını yitirmişti. Orduyu daha geriye, Çorlu hattına çekmeyi, hatta, savaşa son verilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu düşüncelerini Başkomutanlığa veya Başbakanlığa yazacağına, aynı zamanda Bahriye Nazırı (Deniz Bakanı) olan emrindeki 3. Kolordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa'ya aşağıdaki telgrafı çekti:
"Bu askerle savaşmak mümkün değildir. Sorunun politika yoluyla çaresi bulunmalıdır. Kabinenin üyesi olduğunuz için hükümette girişimde bulununuz."
İstanbul'da gerek hükümet, gerek başkomutanlık Kırklareli yenilgisinin ve o büyük paniğin şaşkınlığını üzerlerinden atamamışlardı. Başbakan Gazi Muhtar Paşa, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Nazım Paşa'nın cepheye giderek durumu yakından takip etmesini istiyordu. Nazım Paşa, ordunun Lüleburgaz hattına çekildiği 26 Ekim günü cepheye hareket etti.Başından sonuna kadar Balkan Savaşı içinde bulunan Kurmay Yüzbaşı Nihat, bu olay için şunları yazmaktadır: "Başkumandan Vekili Nazım Paşa'nın ağzı ile, seferberliğin ilk günlerinde Sofya'ya bilet isteniyordu! Fakat ilk darbe ona çok ağır geldi. Ordusunu tanımayan başkumandan vekili, hemen orduya giderek bir kaç gün içinde işi düzeltmek ve sonra İstanbul'a dönmek kararı verdi. Niyeti Çorlu'ya kadar gitmekti. 25 Ekimde trenle hareket etti. Fakat daha ilk istasyonda karşılaşılan yaralı ve göçmen trenleri, moralini birdenbire sarstı. O sırada genel karargah da, orduyu Çatalca hattında toplamaktan başka çare yoktur kanısına varmıştı. Sinekli istasyonunda karşılaşılan bir trende, ta Kırklareli'nden Çorlu'ya atla dörtnal kaçan, ordusunu, tümenini bırakan ve İstanbul'un yolunu tutan bir tümen kumandanı görüldü. O da durumu büsbütün ümitsiz gösterdi. Başkumandanın verdiği emre göre Lüleburgaz'da olması lazım gelirken, kendiliğinden Çorlu'ya nakletmiş bulunan Doğu Ordusu Kumandanlığı karargahı ile makine başında yapılan konuşma, başkumandanın Çerkezköyü'nden ileri geçmesini önledi. Burada başkumandan Ergene Suyu gerisine çekilme emrini verdi. Bu emir zaten ve kendiliklerinden Lüleburgaz'a yığılmış olan 1., 2., ve 4. Kolordu kumandanlarına bildirildi. Ama iş öyle gitti ki, bunlar başkumandan vekilinin emrine uyacak yerde, başkumandan vekili onlara uydu. Lüleburgaz'da muharebenin kabulü cihetine gidildi. Halbuki bu büyük hata idi. Ama ne var ki, artık ok yaydan çıkmıştı. Düşmanla ise temas kaybolmuştu. "Abdullah Paşa Çorlu hattına çekilmekte diretiyordu. Başkumandanlıkla ordu komutanlığı arasında savaşın başındaki "Taarruz edelim-Etmeyelim" tartışmaları gibi şimdi de "Lüleburgaz hattında duralım - Çorlu hattına çekilelim" tartışması başlamıştı. Bu çekişmede kolordu komutanları da Başkomutan Vekili Nazım Paşa gibi Lüleburgaz hattında savunmak fikrinde olduklarından, Abdullah Paşa yalnız kalmıştı. Bunun üzerine, Paşa istifasını verdi. Abdullah Paşa'nın istifasını kabul etmeyen Başkomutan Vekili Nazım Paşa, 27 Ekim günü, Lüleburgaz hattının savunulması hakkındaki kesin emrini verdi. Bu arada çok değerli günler boşuna ve tereddütler içinde geçirilmişti. Daha Kırklareli hattından çekilirken, 23 Ekimde bu karara varılmış olsaydı, geçen beş günde çok iş yapılabilirdi, birlikler düzenlenir, mevziler hazırlanabilir ve bir türlü iyi çalışmayan bütünleme hizmeti düzene konabilirdi. Üstelik aynı günlerde, seferberliklerini tamamlayan diğer üç kolordu (16., 17., 18. Kolordular) kısım kısım Trakya'ya geçmişler, Doğu Ordusu'nun gerisine yanaşmaya başlamışlardı. Bunlar da görev yerlerine sevk edilebilirlerdi. Bütün bu hazırlıklarda geç kalınmış, zaten morali bozuk ordu., ancak 28 Ekim gününden itibaren savunma için düzenlenmeye koyulmuştu.
O günlerde Bulgar Ordusu da ilk kuşkularını gidermiş, Türk Ordusunun yerini öğrenmek için keşif harekatını arttırmıştı. General Nazlimof komutasındaki Bulgar süvari tümeni Edirne-İstanbul şosesi boyunca ilerleyerek 25 Ekimde Babaeski'ye hiç bir direnişle karşılaşmaksızın, girmişti. Ertesi gün Salih Paşa komutasındaki Türk süvari tümeniyle Bulgar süvarileri arasında Lüleburgaz Batısında çarpışmalar başladı. Süvarilerinin arkasından 26 Ekimde ileri harekete geçen Bulgar piyade tümenleri, üç günlük bir yürüyüşten sonra, ancak 28 Ekim günü Lüleburgaz mevzii ile karşı karşıya geldiler. 28 Ekim 1912 günü, Kırklareli savaşından beş gün sonra mevziin Güney Kanadında süvari savaşları ve ortada Karaağaç bölgesinde Şevket Turgut Paşa'nın 2. Kolordusunun bazı piyade kuvvetleriyle Bulgar piyadeleri arasında önemsiz bazı çarpışmalar oldu. İstifası kabul edilmediğinden Çorlu'dan cepheye gelen Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa, cephedeki, 1., 2., 4., Kolorduların bir ordu halinde toplanıp 4. Kolordu Komutanı Ahmet Abuk Paşa emrine verilmiş olduğunu gördü. Komutayı tekrar eline aldı. Abdullah Paşa, Vize'deki 3. Kolordu ile Vize bölgesini savunmayı, geriden gelmekte olan 17. Redif Kolordusunu da ihtiyatında tutmayı planlıyordu. Halbuki Başkomutan Vekili Nazım Paşa, 3. Kolordu ve arkadan yetişen 17. ve 18. Redif Kolordularını Kuzeyde toplayarak İkinci Ordu adıyla yeni bir ordu kurmuş ve komutanlığına da 18. Redif Kolordusu Komutanı Hamdi Paşa'yı getirmişti.
Abdullah Paşa'nın, kendi elinden Mahmut Muhtar Paşa komutasındaki 3. Kolordunun alınıp, diğer iki Redif Kolordusunun katılmasıyla kurulan böyle bir ordudan da haberi yoktu. Üstelik bu İkinci Ordu'nun Başkomutan Vekilinden aldığı emir, savunma değil, Pınarhisar doğrultusunda taarruz ederek Bulgar ordusunu geriye atmaktı. Bir iki gün önce bıraktığı (Edirne ve Kırcaali kolordularını saymazsak) cephedeki dört kolordu Doğu Ordu'su, şimdi altı kolordulu bir ordu olmuştu ve bir ordu kendi komutasından çıkmıştı. Haberleşme olanakları ve zaman o kadar kıttı ki, Abdullah Paşa ne bu durumu değiştirmek için girişime vakit bulabildi, ne de bunu duyuracak haberleşme aracı. Zaten hiç bir şey için zaman kalmamıştı. 28 Ekim günü cepheye yanaşmasını tamamlayan Bulgarlar, ertesi günü 29 Ekimde, Kuzeyde General Dimitriyef'in Üçüncü Ordusu, Güneyde General Kutinçef'in Birinci Ordusu taarruza geçmişlerdi. Savaşlar Karaağaç kesiminde 2. Türk Kolordusu ve Güneyde Lüleburgaz civarında 4. Türk Kolordusu bölgesinde şiddetli oldu. Karaağaç'ı ele geçiren Bulgarlar zorlukla durdurulabildi. 4. Kolordu ise Lüleburgaz'ı elinde tutmakta güçlük çekiyordu. Türk ve Bulgar süvari tümenlerinin de katıldığı taarruz ve karşı taarruzlarla geçen savaş, iki tarafta da ağır kayıplara neden olmuştu. Kuzeyde yeni kurulan Hamdi Paşa'nın İkinci Ordusu ise, önde Mahmut Muhtar Paşa'nın 3. Kolordusu olmak üzere Pınarhisar doğrultusunda taarruza başlamış ve karşısındaki Dimitrief kuvvetlerini geriye atmıştı. Bu cephede de iki taraf, akşama kadar kıyasıya vuruştu. Cephenin Güneyinde Bulgar Ordusu, Kuzeyinde Türk Ordusu taarruz halindeydi. Güneyde Türk Ordusu, Kuzeyde de Bulgar Ordusu zor durumdaydı. Kuzey ve Güneyde, tüm cephedeki bu kanlı boğuşma, sağanak halinde yağan bir yağmur altında akşam karanlığına kadar sürdü. İki taraf askerleri de, kötü hava koşullarındaki bu zorlu çarpışmada yorgunluktan bitap hale gelmişlerdi. Fakat dikkati çeken taraf, dört beş gün önce Kırklareli cephesinde feci bir bozguna uğrayan ordunun şimdi dayanıyor ve savaşıyor olmasıydı. Ertesi gün 30 Ekimde savaş, sabahın erken saatlerinde yine aynı tertiple başladı. Yani Kuzeyde Türkler, Güneyde Bulgarlar taarruzlarına devam ettiler. Güneyde Lüleburgaz bölgesinde Ahmet Abuk Paşa'nın 4. Kolordusu biraz geri çekilmesine rağmen savunmada yine de güçlük çekiyordu. Düşman süvarisi mevzii kuşatmaya çalışmaktaydı. Lüleburgaz, Bulgarların eline geçmişti. Ortada Şevket Turgut Paşa'nın 2. Kolordusunun Karaağaç'taki mevzileri de yarılmak üzereydi. Nitekim az sonra Uşak Redif Tümeni, bozgun halinde çekilmeye başladı.Toplarının çoğunu Kırklareli çekilmesinde kaybeden 1. Kolordu da güç durumdaydı. Kolordu Komutanı Ömer Yaver Paşa, savunmayı sürdüremeyeceğini bildiriyordu. Kırklareli zaferiyle moral kazanan Bulgar askerinin şimdi daha atak ve daha cesur olduğu gözlenmekteydi.Emrindeki üç kolordunun da tutunamadığını gören Birinci Ordu Komutanı Abdullah Paşa, Kuzeyde İkinci Ordunun Pınarhisar taarruzu hakkında da bir türlü doğru bir haber alamıyordu. Öğleden sonra saat 15.40 sıralarında 4. Kolordunun gerilemeye başladığı ve savunma düzeninin kaybolduğu haberi de gelince çekilmeden başka bir çare kalmamıştı.
Abdullah Paşa, Kırklareli'nden sonra ikinci defa 30 Ekim 1912 gecesi saat 23.00'de yine "çekilme" emrini verdi. Her üç kolordu, gerideki Soğucak Deresi Doğusuna çekileceklerdi. Halbuki Kuzeydeki Hamdi Paşa Ordusu, önde Ahmet Muhtar Paşa'nın 3. Kolordusu, arkasında Çürüksulu Mahmut Paşa'nın 17. Redif Kolordusu Pınarhisar yakınlarına kadar ilerlemişlerdi. 18. Redif Kolordusu da Vize bölgesine ulaşmıştı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa, Birinci Ordu Komutanı Abdullah Paşa'nın çekilme kararını hayret ve hiddetle karşılamıştı: "Hamdi Paşa'nın İkinci Ordusu ilerlerken Birinci Ordu'nun çekilmesini kesinlikle kabul etmem" diyordu. Gerçekten de Bulgar Başkomutan Vekili General Savof, Pınarhisar kesiminde başlayan Türk taarruzu karşısında tereddüde düşmüştü. Bu durumda, ertesi günü güneydeki başarılı taarruzunu durdurmak ve savunmaya geçerek geriden gelecek takviye birliklerini beklemek niyetindeydi. Ama, Güneydeki Abdullah Paşa kuvvetlerinin çekilmeye başlaması durumu değiştirmişti. Artık, Türkler Kuzeyde ilerliyor diye Güneydeki başarılı taarruzunu durdurmak için sebep kalmamış, tehlike atlatılmıştı. Eğer Türkler Kuzeyde ilerlemeye devam ederlerse kendileri bilirdi. Çünkü bu sefer onları kuşatmak için bulunmaz bir fırsat doğardı. Bu arada Abdullah Paşa'nın Güneydeki üç kolordusunun, yani Birinci Ordu'nun 30/31 Ekim gecesi çekilmesi, kör karanlıkta yine büyük bir karışıklık içinde başlamıştı. Bu geriye gidiş, kısa bir süre sonra bir kaçma, bir dağılma şeklini almış; panik havası yine birlikleri sarmıştı. Bir hafta önceki feci olaylar, bir kez daha yaşanıyordu. Herkes canını kurtarmak telaşına kapılmış; düzen, emir komuta, disiplin tamamen kaybolmuştu...
Balkan Savaşı'na katılan Kurmay Yarbay Hafız Hakkı Bey (Paşa), savaştan hemen sonra yazdığı "Bozgun" adlı kitabında, askerin neden bozguna kapıldığı konusunu şöyle anlatır: "Umulmadık bir vaziyette, umulmadık bir zamanda bozgunluk olur. Harpte asabı sarsan binlerce durum vardır. Bozgunluk; açlık, susuzluk, ölümün her gün görülen binlerce çeşitleri, yaralıların perişan hali en sağlam yürekli, demir sinirli insanları bile sarsar. Tehlike anlarında insanlar kara habere kolay inanır. Harpte insan maddiyattan uzaklaşır. Fazla hayalperest olur. Yalan bir kaç söz, en sağlam bir askerde yılgınlık ve ürkeklik duyguları uyandırır. Arkadan işitilen bir kaç silah sesi, dörtnala kalkmış atlar, arabalar, hasılı sükunet halinde bir tesir yapmayacak olan en ufak gürültüler en seçme bir askerde bir bozgunluk yapar. Harpte bozgunluk, harbin esasında vardır. Bozgun, insanların, askerlerin daimi bir afeti, bir derdidir. Birkaç saat evvel kahramanca taarruz eden bir asker uzaktan beş on düşman süvarisini görünce bozulabilir. Dün hayali bir tehlike karşısında bozgunluğa uğrayan bir kıta, bu gün büyük fedakarlıkla harp eder. Yarın yine umulmadık bir zamanda bozgunluğa düşebilir. Bilhassa asab, hissiyat fena halde bozulmuş ise, harici ufak, ehemmiyetsiz bir tesir, dehşetli bir bozgunluk yapar."
Bozgunu bizzat gören Yarbay Hafız Hakkı, gözlemlerini şöyle sürdürür:
"Panik denen ani bozgunlarda ekseriya başlangıçta yalnız bir kaç erin sinirleri gevşemiş, kendisini şaşırmış, deli gibi kaçtığı görülür. Bu aralık kuvvetli bir azim, metin bir subayın, bu tehlikeyi unutturacak ateşli bir kaç sözü, erlerini manyetize edecek fedakarane tavırları, başlayan fırtınanın önüne geçmezse, kaçanları gören diğer askerlerin gözü arkaya döner. Kendilerini korku istila etmeye başlar. Bir çoğu çantasını çıkararak, kaçmaya hazırlanır. Çok zaman geçmez, birdenbire askerin mühim bir kısmı, hayallerinde büyüttükleri tehlikenin azameti karşısında, kaçanları taklit hissi ile, ne olduğunu bilmeden manyetize olmuş gibi ilk kaçanların arkasından koşar. Dağdan yuvarlanan bir çığ gibi korku artar. Kaçanları adedi dehşetli surette çoğalır. Ve az zamanda bütün kıta bir sürü yığın halinde kaçar. Nefsine hakim olan, sağlam sinirli, metin yürekli insanlar da bu sel ile beraber sürüklenir, candan aziz tutulan tüfekler atılır. Herkes kuvvetinin yettiği kadar alabildiğine kaçar. Bu anda asker, ne subayını, ne arkadaşını, hiç kimseyi düşünmez. Annesini bile çiğner. Senelerce uğraşılarak kazanılan disiplinin, askeri eğitimin kuvvetli bağları tamamen çözülür."
Bozgunu bir fırtınaya benzeten ve "Birdenbire gelir, yıkar, devirir, dağıtır, perişan eder" diye tanımlayan Hafız Hakkı, bunun çaresi olduğunu da söyler:"Bozgun askeri, pek korkaktır. Bir demir el, bozgun askerlerin yüzlercesini toplayabilir." der ve şöyle devam eder:"Bozulmuş bir asker ne kadar miskin ise o kadar korkaktır. Cesur, elinde tabancalı bir subay, bir er, hatta bir sivil, bir çok tüfekli, süngülü aslanları yere mıhlar. Son harbin değişik bozgunluklarında elinde tabancalı, kırbaçlı bazı subayların süngü takmış, elinde tüfeği ile deli gibi kaçan bir çok erleri durdukları görülmüştür.
Kırklareli bozgununda Isparta'lı Hakkı Çavuş namında bir ihtiyat askeri, daha kıtasına katılamadan, tüfek alamadan bozgun içine düşer. Eline iğnesi kırık bir martin tüfeği geçer. Hakkı Çavuş'un bununla tehdit ederek bir çok erleri firardan durdurduğunu Kurmay Yüzbaşı Rüştü Bey, olayın tanığı olarak anlatıyor. Hafız Hakkı Bey, bozgun denen bu felaketin yalnız bizde değil, en güçlü ve disiplinli diğer ordularda da zaman zaman görüldüğünü örnekleriyle anlatır. Hafız Hakkı'nın bu gözlemleri, Balkan Savaşı'nda olduğu gibi şimdi ve gelecek günlerde de karşımıza çıkabilecek bir durumu yansıtmaktadır. Bu nedenle de, her zaman üzerinde dikkatle durulup düşünülecek ve incelenecek gerçeklerdir. Günümüzde de önemini kaybetmeyen bir konudur.
Önce Kırklareli, ardından da Lüleburgaz savaşında bozulan ordu, İstanbul'a doğru dağılmış gidiyordu. Bu panik ve bozgun ortasında haber alamaz ve emir veremez bir hale düşen karargahı ile Abdullah Paşa şaşkın ve çaresiz kalmıştı. Çıldırmışçasına kaçışan bu insan seli arasında sürüklenmeye başlayan Ordu Komutanı, orduyu Soğucak Deresi hattında da durduramayacağını anlamış, daha gerideki bir hatta olsun durdurabilmek için atlı emir subaylarını sağa sola koşturmaya başlamıştı.Yarbay Hafız Hakkı Bey gibi bu savaşa katılan bir başka yazar, Kurmay Yüzbaşı Nihat Bey, "Balkan Harbi'nde Çatalca Muharebeleri" adlı eserinde, o feci bozgun için şunları yazmaktadır: "Doğu Ordusu, gerçekte ve daha 30 Ekim saat 10.30'da bir avuç aç, cephanesiz, perişan bir topluluktan ibaretti. Pınarhisar-Vize dolaylarındaki ordu denen acayip kalabalık ise, durdurulması imkansız bir surette çözülmüştü. Bu vaziyeti düzeltecek, lehe değiştirecek bir şekilde ağırlığını koyabilecek bir yedek kuvvet de ortada yoktu. Lüleburgaz istasyonunda düşmana çok miktarda erzak ve cephane terkedilmişken, ordunun felaketine erzaksızlık ve cephanesizlik özellikle etkili oldu. Başlayan yağmurlar ise felaketi tamamladı. Ordu bir sürü haline geldi. Çok miktarda malzeme, top ve gereç araziye serpilip kaldı. Doğu Ordusu, ciddi hiç bir düşman baskınına uğramadan keşifsizlik, bilgisizlik yüzünden, hiç bitmeyen 'geliyor, gidiyor' havadisleri arasında bocaladı ve nihayet büsbütün dağıldı. Bulgarlara gelince, muharebe baştan sona kadar onlar tarafından da başarı ile idare edilememiş ve duruma hakim olunamayarak rasgele bir çatışma sürdürülmüştü."
Ertesi gün ve sonraki 2 Kasım günü Kuzeydeki Hamdi Paşa'nın İkinci Ordusu'nun Pınarhisar taarruzu da tehlikeye düşmüştü. Güneyde Abdullah Paşa'nın Birinci Ordusu paniğe uğramış çekilirken onun ilerlemesi, tehlikeye atılmaktan başka bir şey değildi. Zaten bu sırada Karaağaç bölgesinde serbest kalmış olan 4. Bulgar Tümeni de, İkinci Orduya kuşatıcı bir tehlike oluşturmaya başlamıştı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa da çaresizdi. Tüm kuvvetlerle, 2 Kasım 1912 günü çekilme emri verdi. Hem bu çekilme, Soğucak Deresi'ne hatta Ergene Nehri gerisine Çorlu hattına da değil, daha gerideki Çatalca hattına yapılacaktı. Nazım Paşa, ikinci defadır paniğe kapılan bu korkunç selin, 100 kilometre gerideki Çatalca'dan önceki bir yerde durdurulamayacağını anlamıştı. Ortalama 100.000'i bulan bir ordu ve ordu ile birlikte canını kurtarmak için evini terk eden sayısı belirsiz atlı, arabalı, yaya Türk göçmen kafileleri yollara düşmüş, sağanak halinde yağan bir yağmur altında çamurlara bata çıkan İstanbul'a doğru çekilmekteydi. Çekilme emrinin verildiği ve Kuzeydeki İkinci Ordu'nun çekilmesinin bir paniğe dönüştüğü 2 Kasım günü, Mahmut Muhtar Paşa karargahında görevli Alman Binbaşı Hochwaechter, Vize'den Pınarhisar'a, yani cepheye doğru yoldadır. Binbaşı, görevle gittiği İstanbul'dan dönmektedir.Anılarında o bozgun sahnesini şöyle anlatır:
"Kerpiç bir kulübede durdum. Kulübenin içi asker ve yaralı dolu; korkunç bir manzara, zavallılar günlerdir bir şey yemediklerini söylüyorlar. Saray'dan almış olduğum koca bir ekmeğin yarısını onlara verdim. Fakat bu kadar kişiye ne desin? Bütün kötülük, burada cephe gerisinde bir kez daha açıkça görülüyordu. Yola devam etmek zorundayız. Sağanak halindeki yağmurda gittikçe daha yavaş ilerliyoruz. Tam beş saattir yoldayız, ama hala Vize ve kalesi gerimizde görünüyor. Birdenbire karşımıza bağıran çağıran bir kalabalık çıktı; sonra arabalar, süvariler, cephane kolları ve bir çok doktoru olan bir sıhhiye bölüğü göründü. Hepsi müthiş bir telaş içinde. Bunu, koşuşan tek-tük askerler ve sonra etrafına korku ile bakan küçük birlikler izledi. Yaklaşık bin metre ileride bize doğru gelen çok geniş karaltılar görüyoruz. Öküzleri süren arabacı daha ileri gitmek istemiyor. Geride kalmış ve ileri yanaştırılması Muhtar Paşa tarafından telefonla rica edilmiş olan bir cephane kolunu alıp getirmesi için gece bir jandarma erini, atımı vererek Çerkezköy yönüne göndermiş olduğum için atsızdım, arabanın üzerinde oturuyordum. Durum açıktı, olağanüstü bir şeyler oluyordu. Fakat ne olduğunu sorduğumuzda herkes bağrışıyor, sesler birbirine karışıyordu. Askerlerimizin hepsi kaçtı, arabacı geri döndü. Bu en doğru hareketti, çünkü bu çamurlu yollarda geri kaçan yığınların içine giremezdik. Böylece yaklaşık bir saat onlarla beraber sürüklendik, binlercesi bizi geçti. Bir arabacının kaçıp kurtulmak için nasıl mücadele ettiğini ilk kez görüyorum. Benim süvari yüzbaşısı bunu görmüyor, sesimi ona duyuramıyorum, gürültüden işitilmiyor. Nihayet arabacım da kaçtı. Askerler hafiflemek için tüfeklerini arabama koyuyorlar, hiç olmazsa yere atmak istemiyorlardı. Öküzler çamurda arabayı kendi kendilerine çekiyorlar. Bir ırmağa geliyoruz. Kalabalık, derin suyun üzerindeki tek tahta köprünün önünde birikiyor, herkes diğerini sağa sola iterek önüne geçmek istiyor, korkunç bir kargaşa meydana geliyor. Benim öküzler doğrudan doğruya ırmağa gitti, onlara yön veremedim. Arabadan atladım, fakat bu sırada araba da devrildi, diğerleri de durdu. Süvari yüzbaşısı kendini emniyete almak için kaçıyor. Yanımda kalması için ona bağırıyorum, ama o 'kalsam ne olacak' diye cevap veriyor. Şimdi ben, kaçan hayvanlaşmış insanların arasında, çamurun ortasında terkedilmiş durumdayım. Subaylara ve erlere, paşalarının eşyalarını almaları için yalvarıyorum, kimse beni dinlemiyor. Bir askerin kaçmak için bir saka (su) arabasından küçük, değersiz, cılız bir hayvanı çözüp aldığını gördüm. Hemen aklıma bir fikir geldi: Erden atı istedim. Ben dizginlere yapışınca göğsümden itti. Ona, eşyaları götürmek için yardıma muhtaç olduğumu anlattım. Ama hayatı söz konusu olduğundan bunu anlayamazdı. Bir mecidiye, iki Türk lirası verdim, o zaman hayvanı verdi. O kadar ıslak ve üşümüştüm ki, zorlukla binebildim. Kendisi binmek için bir er, birdenbire beni attan çekip indirmeğe kalkıştığında herhalde yarım saatlik bir yol almış bulunuyordum. Bu arada kılıcımı da çekip aldı. Yazık ki, tabancam da daha önce kaybolmuştu. Bir saatte Saray'a geldim. Oradaki jandarmadan yardım göreceğimi ummuştum. Herkes kaçmış, artık hiçbir şey yapamazdım. Yığın halinde firar devam ediyordu. Her şeyin kaybedilmiş olduğunu görüyorum. 1. Kolordunun bir kısmı da buradan geçiyor. Akşam oldu, kendi kendimi düşünmek zorundaydım. Eyersiz atla yola devam edip Çerkezköy şosesine geldim. Harp korkusunu yakından öğreniyorum. Sanki takla atmak istiyormuş gibi bir er önümde yere yıkıldı, sağa sola biraz yuvarlandı. Meğer ölü imiş, gereksiz ağırlık teşkil ettikleri ve canlıların kaçıp kurtulmasını engelledikleri için ölüler arabadan atılıyordu. Kabarmış derenin soğuk, sarı suyuna göbeğe kadar girmek gerekiyordu. Bağıra çağıra kaçan yerli halk, kilometrelerce uzayan konvoylar teşkil ediyordu. Saatler geçti, gece oldu ve yağmur hala kırbaç gibi yağıyor."
Hochwaechter'ın de belirttiği gibi askerle beraber onunla iç içe, ondan evvel veya ondan sonra Trakya Türk halkı da 500 yıllık baba yurtlarını terk ederek yollara düşmüş, İstanbul'a doğru kaçmaktaydı. Bozguna uğrayan yalnız ordu değildi; bütün Trakya Türkleri de çözülmüştü. Türklük, askeri ile sivili ile Avrupa Türkiye'sini boşaltmakta, Anadolu topraklarına sığınmaktaydı. Çünkü düşman ordusunun yapmadığını arkadan gelen Bulgar komitacıları yapıyor, ondan geriye kalan olursa onu da yerli Hıristiyan çeteleri tamamlıyordu. Türk Ordusunun Lüleburgaz bozgunu sırasında, daha Bulgar Ordusu yetişmeden, Kırklareli, Babaeski, Pınarhisar yerlisi Bulgar ve Rum çeteleri ortaya çıkmıştı bile. Bunlar bölgedeki Türk göçmen kafilelerine baskınlar düzenliyor, öldürüyor, yakıyor, yağmalıyor, dehşet saçarak göçü çoğaltmaya, yöreyi Türklerden temizlemeye uğraşıyordu.Şevket Süreyya Aydemir, göç dramını şu acılı sözlerle belirtir:
"Evet Rumeli göçüyordu. Rumeli boşalıyordu. Rumeli Türkleri akıp geliyorlardı. Rumeli'yi yüzyıllarca evvel alan, Rumeli'de yüzyıllardır yaşayan son Türkler, 20. yüzyılın başında alevlenen bu yangının alevleri içinde yanarak, çamurlar içinde eriyerek, her sürünüşte biraz daha azalarak, biraz daha kaybolarak, her an daha koyulaşan bir kanalığın içinde, sonu bilinmez geleceklere doğru akıyorlardı. Bu kaçışta ya arkadan düşman yetişir, kafileyi kılıçtan geçirir. Ya soğuk, açlık, hastalık, yağmurlar ve binbir çeşit bela, kafileyi her gün küçültür, yoksullaştırır."
Kırklareli Savaşı'nda olduğu gibi Lüleburgaz Savaşı'nda da ordunun kötü yönetildiğine kuşku yoktu. Lüleburgaz'da ordu, Kırklareli'nde olduğundan daha fazla yokluk içindeydi. Silah, cephane, giyim, kuşam zaten yetersizdi. Sağlık ve diğer sosyal hizmetlerden ise söz etmek bile fazlaydı. Açlık, ise dayanılmaz bir hal almıştı. Kırklareli çekilişinde düşmana terk edilen tonlarca yiyecek bu yokluğu daha da arttırıyordu. Memleket içlerinden de hemen hemen hiç bir şey gelmiyordu. O kötü hava koşullarında, o yolun kıt olduğu bölgede Trakya'nın meşhur yağmur ve çamuru, zaten zar-zor işleyen bütünleme hizmetini büsbütün içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Lüleburgaz Savaşı'nın o karanlık ve yokluk günlerinde 1. Kolordu Komutanı Yaver Paşa ile emrindeki 2. Tümen Komutanı Osman Paşa arasında geçen aşağıdaki telgraf görüşmesi, açlık konusunda bize çarpıcı bir örnek verir:
"Komutanların birbirlerine çektikleri telgraflara bakılırsa, onlar dahi açtırlar! Lüleburgaz ile Babaeski arasında, 2. Tümen Komutanı Osman Paşa ile Birinci Kolordu Komutanı Yaver Paşa arasında şu telgraf konuşması geçer: Osman Paşa - Ben ve Prens Aziz Paşa ve astımız subaylar peksimet bile bulamadık. Erlerin haline Tanrı acısın. Yaver Paşa - Paşa biraderler, gerek ben ve gerekse beraberimde bulunanlar bu gün bir şey yemediğimiz gibi, Lüleburgaz'da bir dilim ekmek bulamadık. Erler burada da böyledir. İnşallah iyi olur. Osman Paşa - İnşallah!"
Fransız "Matin" gazetesi muhabiri Sephane Lausanne, "Hastanın Baş Ucunda" adlı eserinde, o günler için şöyle yazar:
"Lüleburgaz Savaşı dört günden beri devam ediyordu. Çarpışmaların devam ettiği bu dört gün zarfında Türk Ordusu Komutanı Abdullah Paşa, karargahı olan Sakız Köyü'nde küçük bir evde kapanmış kalmıştı."
Yazar, burada Abdullah Paşa'nın açlık çektiğini, Smit Bartlet adındaki bir savaş muhabirinin konservelerinin imdada yetiştiğini şöyle anlatır: Kaldı ki, Osmanlı Ordusu Komutanı, yiyecek bulamadığı gibi, ordusundan haber de alamıyordu. Denebilir ki, savaşın devam ettiği dört gün zarfında ne olup bittiğinden hiç haberi olmadı. Ordusunun sağ kanadı nerede, bunu ancak şöyle böyle biliyordu. Ama o feci mücadelenin hiç bir safhasını gereğince öğrenememişti. Hiç bir zaman bir emir vererek savaşa etkili olmadı. Komutana haber getirmek için ateş hattına gönderilen bir kaç süvari ya bir şey görememiş, öğrenememiş, yahut dönmemişlerdi. Savaş cephesi 50 kilometrelik bir genişlik tutuyordu. Bu savaş hattı ile bağlantı için Abdullah Paşa'nın elinde ne telefon, ne telgraf, ne telsiz vardı. Ne otomobil, ne uçağa sahipti. Yazar bundan sonra Şevket Paşa komutasındaki 2. Kolordu'nun 24 saattir bir şey yiyemediğini belirttikten sonra şöyle devam eder: 31 Ekim akşamına doğru Osmanlı Ordusu, adeta bir sel gibi geriye akıyordu. Ortada ordu namına, ovalardan, sahralardan Çatalca'ya doğru akıp giden kaçaklardan başka bir şey kalmamıştı. Topçular toplarını, cephane sandıklarını bırakıyorlardı. Piyadeler tüfeklerini atıyorlardı.
Bulgar Ordusu da bitkindi. Askerlerinin nefesi kesilmişti. Bunun için Türk Ordusu'nun kalıntıları hiç bir takibe, hiç bir saldırıya uğramadan ovalarda, sırtlarda başıboş akıp gidiyorlardı.Daha garibi, bozgun haberini İstanbul; Londra'dan, Paris'ten daha geç, daha sonra alabildi. İstanbul'da Lüleburgaz Savaşı'na ait resmi bildiri ancak 4 Kasım sabahı, yani dört gün sonra yayınlanabildi. Stephane Lausanne'nin de yazdığı gibi ordu, en yukarıda bulunan ordu komutanından en tabandaki erine kadar açtı ve İstanbul tam bir karışıklık içindeydi.
Lüleburgaz Savaşı'nın başladığı 28 Ekim günü hükümet istifa etmiş, ertesi gün Kamil Paşa yeni hükümetini kurup işe başlamıştı. "Büyük Kabine" diye isim yapan ve eski sadrazamlar (başbakanlar), eski nazırlar (bakanlar), eski paşalardan kurulmuş olan Müşir (Mareşal) Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığındaki bu hükümet, kararsız, enerjisiz, silik ve sağır tutumu ile Balkan Savaşı'nın hemen öncesinde ve savaşın başlangıcında memlekete felaketten başka bir şey getirmemişti. Şimdi de 80 yaşındaki Gazi Ahmet Muhtar Paşa gitmiş, yerine yine 80 yaşındaki bir başka ihtiyar Kamil Paşa gelmişti. Harbin erken başlamasına ve ordunun hazırlıksız olduğuna bakmaksızın taarruza karar verip Kırklareli ve Lüleburgaz bozgununa neden olan Başkomutan Nazım Paşa, Harbiye Bakanı olarak yerini koruyordu. Ermeni Noradunkyan Efendi de, dışişleri bakanlığı görevine devam etmekteydi. Yeni hükümetin işe başladığı ilk günler; Lüleburgaz Savaşı'nın bozgun haberleri de peş peşe İstanbul'a ulaşmaya başlamıştı. Evet, Kırklareli'nden sonra bir de Lüleburgaz yenilgisi, gerek yeni hükümetin, gerekse İstanbul'dan başlayarak bütün memleketin üzerine bir kabus gibi çökmüştü. Geçmişi şanlı zaferlerle dolu Türk milletinin şimdiki çocuklarının, onların silahlı kuvvetlerinin, daha dünkü küçük Bulgar ordusu önünde bu akıl almaz yenilgisi karşısında adeta diller tutulmuştu. O sıralarda Arnavutluk ve Makedonya cephesinde bulunan Ali Rıza Paşa komutasındaki Batı Ordusu'nun durumu da Doğu Ordusu'ndan farklı değildi. O da Sırp Ordusu karşısında Kumova'da yenilmiş, Üsküp'e doğru, bozgun halinde çekilmekteydi. İstanbul'a ulaşan kopuk kopuk ve eksik haberlerden anlaşılan buydu. Yine bu haberlerden, Yunan Ordusunun da, aynı günlerde Selanik'e doğru ilerlemekte olduğu anlaşılıyordu.
Doğu Ordusu'nun Çatalca'ya doğru gerilemesinden sonra Şükrü Paşa'nın kolordusu da Edirne bölgesinde düşman ortasında kalmıştı. Edirne şimdi tamamen Bulgar kuşatması altındaydı. Ancak, Edirne kuvvetleri, Bulgar taarruzlarını rahatlıkla püskürtmüştü ve dayanıyordu. Doğu Ordusu'nun bozularak Çatalca doğrultusunda çekilmesi karşısında İstanbul'dan başka şimdi Çanakkale Boğazı da tehlikeye düşmüştü. Başkomutanlık bir taraftan da, Fahri Paşa komutasında Gelibolu bölgesindeki kuvvetleri takviyeye çalışıyor, aceleyle Anadolu'dan o bölgeye de kuvvet yolluyordu. Batı Trakya'dan Arda Nehri boylarında, General Kovaçef'in Rodop Grubu ile Yaver Paşa komutasındaki Kırcaali Kolordusu arasında bir savaş sürüp gitmekteydi. İki tümenli Kırcaali Kolordusu, Redif ve Müstahfız birliklerinden kurulmuş olduğundan savaş yeteneği çok zayıftı. Buna karşın gerek Kırcaali'de ve gerekse daha güneyde yapılan çarpışmalarda üstün Bulgarlara karşı gene de başarılı savaşlar verdi. Fakat Türk Doğu Ordusu'nu Lüleburgaz Savaşı'nı kaybederek 2 Kasımdan sonra çekilmesi üzerine, Yaver Paşa da kuşatılmamak için Meriç Nehri'ni Doğuya geçmek çabasına girdi. Ferecik'e doğru çekildi. Çünkü bu sıralarda Albay Tanef komutasındaki bir başka Bulgar kuvveti, Meriç Nehri boyunca Dimetoka'yı aldıktan sonra hızla Ferecik'e doğru ilerlemekteydi. Böylece Rumeli'deki Türk kuvvetleri, savaşın başlamasından 11 gün sonra iki parçaya bölünmüş ve Makedonya'daki Türk Batı Ordusu'nun anavatanla olan tüm bağlantısı kopmuştu. Şimdi Batı Ordusu Komutanı Ali Rıza Paşa, 188.000 kişilik ordusuyla Sırp, Yunan, Karadağ ve bir kısım Bulgar orduları karşısında kaderi ile baş başaydı. Meriç boylarında sıkışan Yaver Paşa da zor durumdaydı. Çoğu yerli halktan oluşan bir kısım erler dağılmış, kaçmıştı. Beri yandan Meriç Nehri bu mevsimde taşkın, günlerdir yağmur ve çamur içinde durmadan çarpışan ve yürüyen asker aç ve yorgundu. Bulunabilen ancak bir kayık ve salla nehir geçilmeye çalışılıyordu. Bu arada nehrin bir yakasından öbürüne çekilen çelik hat da kopunca, geçiş büsbütün zorlaştı. Bu sıralarda bir Bulgar alayı da Türk Trakya'sı tarafında Malkara üzerinden Keşan'a ulaşarak Yaver Paşa kuvvetlerinin yolunu kesmeye uğraşmaktaydı. Cephe perişan, İstanbul perişandı. Bu kadar kısa zamanda bu kadar büyük bozgunu akıllar almıyordu. Ama gerçek olan şuydu: Lüleburgaz yenilgisinden sonra beşyüz yıllık Osmanlı başkenti İstanbul, Bulgar ordularının karşısında savunmasızdı. Hem de daha harbin üçüncü haftası bile dolmamışken...Bulgar orduları da beş gündür süren Lüleburgaz çarpışmasında hatırı sayılır kayıplara uğramış ve çamur ve yağmurla boğuşmaktan yorgun düşmüştü. Bulgarlar da bir ölçüde yiyecek ve cephane sıkıntısı çekiyorlardı. Bundan başka, Kırklareli Savaşı'nda olduğu gibi Bulgar komutanlığı bu savaşta da, zaferi tümü ile kazandığına inanmakta güçlük çekmekteydi.
Bulgar Ordusunun sıkı bir takip harekatına girişememesi, Kırklareli bozgununda olduğu gibi Lüleburgaz bozgununda da Türk Ordusunun kurtulmasına neden olmuştu. Bulgarlar harekatı aynı hızda sürecek takat ve cesareti gösterebilselerdi, Türk Ordusunun felaketi önlenemez ve hatta bir Çatalca savunması da mümkün olmazdı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa'nın morali adamakıllı bozulmuştu. Lüleburgaz yenilgisinden sonra, ordunun Çatalca mevziinde bile savunabileceğinden kuşku duymaya başlamıştı. Gerek Kırklareli'nde olsun, gerekse Lüleburgaz'da olsun ordunun önemli bir çarpışma yapmadan, düşmanın bir mevzi yarması veya tehlikeli bir kuşatmasına bile uğramadan çekilmeye başlaması çok düşündürücüydü. Hele bu çekilişlerin, düşmanın herhangi bir takibi bile olmadığı halde, kısa sürede önlenemez bir bozguna dönüşmesi, bu güvensizliği daha da arttırıyordu. Bir an önce barış yapılmalıydı. Yeni Başbakan Kamil Paşa, daha iyi koşullarda barış masasına oturabilmek için, ordunun Çatalca mevziinde hiç olmazsa beş-altı gün dayanmasının ve Bulgar Ordusuna karşı bir savunma başarısı kazanmasını önemli olduğuna inanıyordu. Başkomutanlıkla hükümet arasında, 1 Kasım 1912'den itibaren telgraf başında sürdürülen üzücü ve yıpratıcı bir haberleşme başlamıştı. Başkomutanlık, ümidini tamamen yitirmişlerin ürkekliği içinde bir an önce ateş kesilmesini istiyordu; hükümet ise, daha iktidar olur olmaz böyle yüz kızartıcı bir duruma düşmemek, hiç olmazsa bir şeyler kurtarabilmek telaşındaydı.
4 Kasımda İngiliz Dışişleri Bakanı E. Grey, Londra'da Avam Karamasında, Avusturya Dışişleri Bakanı Berchtold Vinaya'da verdikleri beyanatlarda "Balkanlarda artık statükonun devamının mümkün olmadığını" söylüyorlardı. Savaşın başlamasından önce büyük devletlerin ilan ettikleri "Savaşın sonucu ne olursa olsun, Balkanlarda statükonun değiştirilmeyeceği" fikri unutulmuş, Balkanlıların başarıları karşısında yön değiştirilmişti. İki gruba ayrılmış olan büyük devletler, küçük Balkan devletlerini kendi yanlarına çekebilmek için onlara hoş görünmek yarışına girişmişlerdi. Osmanlı Dışişleri Bakanı Norandunkyan'ın Başbakan Kamil Paşa'ya gönderdiği 6 Kasım tarihli yazıda "Balkanlarda statükonun korunmasının artık imkanı kalmadığından, bu işten en az zararla kurtulabilmek için Çatalca savunma hattında ve Edirne müstahkem mevkiinde mukavemet edilerek, düşmanı gerektiği kadar yorup, barış yapmaya zorlanması..." istenmekteydi. Bir haftalık Başbakan Kamil Paşa, barış yapmak ya da biraz daha direnmek gibi iki zıt fikir karşısında, kendi inisiyatifini kullanarak, İstanbul'da görevli ve emekli paşa ve yüksek rütbeli subaylardan bir askeri kurul toplayıp görüşlerini istedi. Kurul aynı gün, 6 Kasımda toplanarak büyük bir çoğunlukla "Çatalca müstahkem mevziinde savunmanın yapılabileceğine ve düşmanın durdurabileceğine" karar verdi. Öte yandan, Başkomutan Vekili Nazım Paşa, Hamidköy'de bulunan Abdullah Paşa ve Genelkurmay Başkan Vekili Hadi Paşa'nın da katıldığı yüksek rütbeli subayları toplayarak durum değerlendirmesi yaptı. Varılan ortak sonucu hükümete bildirdi. Yazıda; Çatalca'ya çekilmekte olan ordunun toplarının çoğunun elden çıktığı, ordunun kayıplara uğradığı ve hepsinden önemlisi askerin savaşamayacak kadar moralsiz olduğu, uzun yıllardır el değmemiş olan Çatalca tahkimatının bu kısa sürede onarılamayacağı, Anadolu'dan gönderilecek takviye kuvvetlerin ise eğitimsiz olduğunu belirtilerek, "Çatalca savunmasının güvenle yapılamayacağını" ifade ediliyordu. O sıralarda, Çatalca'ya doğru çekilmekte olan kolordu komutanları, Nazım Paşa'nın sorusuna verdikleri yanıtlarda, Hadımköy kurulunun aksine, "Çatalca hattında savunulabileceğini" bildirmişlerdi. Fakat Başkomutan Vekili Nazım Paşa, kendisinin başbakanlığa yolladığı yazılı cevaptan sonra gelen ve kendi görüşünün aksini savunan kolordu komutanlarının bu düşüncelerini İstanbul'a bildirmeye gerek görmedi.
2 Kasımdan beri karmakarışık bir halde çekilmekten olan ordu, 8 Kasımdan itibaren Çatalca hattına ulaşmaya başlamıştı. Bir süre tereddütten sonra başkomutanlık da şaşkınlıktan yavaş yavaş kurtulmuş ve işe sarılmıştı. Hükümetin emrini yapmaktan, yani Çatalca mevziinde savunmaktan başka çare yoktu. Aç, yorgun, birliğini kaybetmiş, darmadağınık, çamurlara bata çıka gelen asker Çatalca hattında çevriliyor, bir düzene sokulmaya çalışılıyordu. Bir yandan da İstanbul'dan yeni birlikler yollanmaktaydı. Çatalca mevziinde tahkimata başlanmıştı. Ordu bir kez daha şansını deneyecek, namusunu ve başkentini savunacaktı. Akıllarından bile geçirmedikleri bir hızla elde ettikleri parlak başarılar karşısında gurura kapılan Bulgarlar, Çatalca'da tutunmaya çalışan bu morali bozuk Türk Ordusuna saldırıp İstanbul'u almanın pek zor olmayacağını düşünüyorlardı. O herkesin rüyasını süsleyen, Rusların, Rumların ve daha bir çok kimsenin ele geçirmek için yanıp tutuştukları Çargrad'ı (İstanbul'u) almaları artık gün meselesiydi. General Nazlimof'un süvarileri, piyadelerin önünde ilerleyerek 3 Kasımda Çorlu'yu ve 6 Kasımda Tekirdağ'ı hiç bir direnişle karşılaşmadan işgal etmişlerdi... Bulgar Orduları Başkomutan Vekili General Savof, Balkan Savaşı'ndan bir yıl sonra, Sofya'da Türk Büyük Elçisi olarak bulunan Fethi (Okyar) Bey'e şöyle diyecekti: "En az sekiz ayda elde edebilmeyi hayal ettiğimiz yerlere iki ayda eriştik."
Lüleburgaz Savaşı'ndan sonra kendisini toparlamak için bulundukları yerde üç gün dinlendirilen Bulgar Ordusu, 6 Kasım 1912 sabahından itibaren İstanbul'a doğru ileri harekete geçti...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder