YAZARIMIZ ORHAN SUAT’IN BALKAN SAVAŞI 100 YAŞINDA-1912/2012 KİTABINDAN…
Değerli Frekans okurlarım bundan 100 yıl öncesinde bugün yaşadığımız Trakya topraklarımızda yaşanan ve beklenmedik bir şekilde yenilgimizle biten Türk Savaş tarihinde onulmaz izler bırakan “Balkan Savaşının 100 yılı” nedeniyle yıl içinde değişik etkinliklerin veya anma törenlerinin yapılması beklenmektedir. Benim önerim ekte size özet olarak anlatmaya çalıştığım o günlerde yaşanan ve büyük acılara sebep olan “Kırklareli-Kırkkilise” ve “Lüleburgaz-Lulebergoz” Savaşlarında yaşadığımız bu topraklarda şehit düşen binlerce meçhul askerimizin hatırasına hiç olmazsa tıpkı “Sarıkamış Platformu” olarak her yıl anılan 1914 Birinci Dünya Savaşında Sarıkamış Dağlarında donarak ölen Osmanlı-Türk askerleri ünlü Kalp Cerrahı Prof.Dr. Bingür Sönmez öncülüğünde her yıl Sarıkamış Dağlarında nasıl anılıyorlarsa, örnek alınarak oluşturulacak “Trakya Balkan Savaşı Anma ve Yaşatma Platformu” ile bu savaş günlerinde anma törenleri yapalım ve Vatan savunmasında can veren şehitlerimize dualar edelim ve esas Savaşların yapıldığı bu yerlerde maalesef bugüne kadar yapılmayan daha anlamlı ve güzel tıpkı Edirne’de ki gibi Balkan Savaşı Şehitlikleri Anıtının yapılaması için resmi makamlarımızın başta Valilik sonrada özellikle Kültür ve Turizm Bakanlığımız ile Genel Kurmay Başkanlığımızın dikkatini çekelim.
BÖLÜM-1 BALKAN SAVAŞINDA KIRKLARELİ MUHAREBELERİ(22-23 Ekim 1912)
Bulgar savaş planı da, tıpkı Osmanlı savaş planında olduğu gibi, taarruza dayanıyordu. Bulgar komutanlığı, Osmanlı Ordusunun seferberliğini tamamlayamadığını ve nerelerde toplanmakta olduğunu, doğruya yakın şekilde bilmekteydi. Buna göre Bulgar kuvvetleri, Osmanlı Ordusunun hazırlığını bitirmesine vakit bırakmadan, Doğudaki en güçlü Üçüncü Ordu ile, aşılması zor Istranca Dağları'nı aşarak Türk Doğu kanadını parçalayıp Kırklareli'ni ele geçirecek, bundan sonra diğer iki ordu ile birlikte İstanbul üzerine yürüyecekti. Bulgarlar, Osmanlı Genelkurmayını yanıltmak için de, bundan önceki harplerde yapıldığı gibi, asıl kuvvetleriyle klasik bir yol olan Edirne doğrultusunda taarruz edeceklerini etrafa duyurmaya çalışıyorlardı. Edirne gibi demiryolu ve karayolu kavşak merkezi ele geçirildikten sonradır ki, İstanbul doğrultusunda bir harekata başlanabilirdi. Tarihte bu hep böyle olmuştu? Bulgarların Osmanlılara savaş ilan ettikleri 18 Ekim 1912 günü, yani daha ilk gün, Birinci ve İkinci Bulgar Orduları, bu beklentiyi doğrulayacak şekilde, Edirne doğrultusunda sınırı geçerek ilerlemeye başladılar.
Doğrudan Edirne üzerine yürüyen General İvanof'un İkinci Ordusu, zayıf Türk sınır birliklerini atarak, daha ikinci gün Edirne önüne ulaşmış ve bölgeyi savunan Şükrü Paşa kuvvetlerini Kuzeyden ve Batıdan kuşatmaya başlamıştı. İkinci Ordunun Doğusunda bulunan General Kutinçef'in Birinci Ordusu da, aynı gün 18 Ekim'de sınırı aşmıştı. Ertesi gün, en önde bulunan iki taraf süvari kuvvetleri arasında çarpışmalar başladı. En Kuzeydeki General Dimitriyef'in kuvvetli Üçüncü Ordusu, yığınağını sınırdan epeyi uzaklarda yaptığı ve arızalı Istranca'lar üzerinden ilerlediği için gerilerde kalmıştı. Bölgede yolların az olması nedeniyle, üç tümeni de tek kol halinde arka arkaya yürüyordu. Bu hal, Bulgarların ana kuvvetleriyle Edirne doğrultusunda ilerleyeceklerini düşünenlerin haklı olduğunu göstermekteydi. 20 ve 21 Ekim günleri, ileri hareketlerini sürdüren Birinci ve İkinci Bulgar Ordularıyla Türk kuvvetlerinin süvarileri ve emniyet kuvvetleri arasında önemsiz ufak çarpışmalarla geçti. Türk Doğu Ordusu henüz ileri harekata girişmemişti. Türk Doğu Ordusu daha taarruza geçmeden önce, savaşın ilk günü sınırı aşıp üzerine yürüyen Bulgar ordusu ile karşılaşmış oluyordu. Halbuki, Bulgar Ordusunun seferberliğini tamamlamasına fırsat vermeden taarruz etmek kararında olan Türk Ordusunun hemen harekete geçmesi gerekiyordu. Savaşı, Bulgarlardan iki gün önce 16 Ekim'de başlatan kendisiydi. Kararla icraat hiç de birbirine uymuyordu. Bir yandan vakit geçirmeksizin taarruza karar veriliyor ve buna uygun olarak yığınak ileride yapılıyor; öte yandan da ordu yerinden kımıldamıyordu. İki gün sonra 18 Ekim'de Harp ilan eden Bulgarlar hemen sınırı geçip Osmanlı ordusuna taarruz için ilerliyorlar ve karşına dikiliyorlardı. Bu durum, hükümet ve yüksek komuta kademesindeki tereddütlerin, kesin karara varamayışın, iradesizlik ve perişanlığın acı bir örneğini oluşturuyordu. Türk Doğu Ordusu, daha harbin başlangıcında yenilgiye mahkum edilmişti.
Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa'nın taarruz edilmemesi yolundaki ısrarı, Bulgar Ordusu ilerlerken, yüksek komuta kademesinde hala konuşulmakta, ordu komutanı ile başkomutanlık arasında telgraf haberleşmeleri sürüp durmaktaydı. Başkomutan Vekili Nazım Paşa'nın taarruza geçilmesi hakkındaki kesin emri 20 Ekim gece geç saatlerde Doğu Ordusu Komutanlığına ulaşabildi. Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa da, istemeye istemeye 21 Ekim akşamı, birliklerine taarruz emrini verdi. Taarruz, 22 Ekim günü başlayacaktı.Türk komuta heyeti üç Bulgar ordusunun da karşısında bulunduğunu ve bu kuvvetlerin Doğu kanadının Kırklareli'ne dayandığını sanıyordu. Bunun için de üç kolorduya, cephelerindeki kuvvetleri ezmek üzere Kuzey'e doğru, Kırklareli bölgesindeki Mahmut Muhtar Paşa Kolordusuna ise Bulgar Ordusunu kuşatacak şekilde Batı doğrultusunda taarruz etmesi emrediliyordu. Edirne'deki Şükrü Paşa Kolordusu da Doğu yönünde taarruzla bu harekata yardımcı olacaktı. Emrin yayınlandığı saatlerde, Bulgar Üçüncü Ordusu'nun Istranca'ları aşarak öncü kuvvetleriyle Kırklareli Kuzeyine ulaştığı, diğer iki tümenin de daha geriden gelmekte olduğu bilinmiyordu. 22 Ekim, yağmurlu ve soğuk bir gündü. Ordu taarruz emrinin küçük birliklere kadar ulaştırılmasında bazı gecikmeler olmuşsa da, sabahın erken saatlerinde Türk Ordusu yine de ileri harekete geçmişti. Böylece, birbirine doğru yürüyen iki ordunun öncüleri, sabahın ilk saatlerinde karşılaştılar ve kısa süre sonra da kanlı bir savaşa tutuştular. O gün, Ahmet Abuk Paşa komutasındaki 4. Kolordu'nun bir tümeni ve Ömer Yaver Paşa'nın 1. Kolordusu'nun iki tümeni ile Bulgar Birinci Ordu birlikleri arasında Kırklareli Batısındaki Gerdelli çevresinde sabahtan başlayıp akşama kadar süren şiddetli çarpışmalar oldu. Bulgarlar biraz geriye çekilerek savunmaya geçtiler. Şevket Turgut Paşa'nın ortadaki 2. Kolordusu, çamurlu yollarda bir hayli ilerlemesine rağmen, o günkü savaşlara yetişememişti. Daha Kuzeyde, Kırklareli bölgesindeki Mahmut Muhtar Paşa da 3. Kolordusu ile, 22 Ekim sabahı erkenden bir tümenle Doğu yanını emniyete alırken, diğer üç tümeniyle karşısındaki Bulgarları kuşatıcı şekilde taarruza başlamıştı. İlerleyen kuvvetler Bulgar Üçüncü Ordusu'nun ileri kısımlarıyla karşılaşmışlardı. İki taraf arasında Kırklareli yakınında, Petra çevresinde şiddetli bir çarpışma başladı. Bu sırada Afyon Redif Tümeni'nde çözülme ve çekilme belirtileri görüldüyse de, diğer Nizamiye tümenlerinin yardımıyla herhangi bir panik önlendi. Burada da iki taraf arasında akşama kadar süren çarpışmalar sonunda bir sonuç alınamadı ve taraflar savunmaya geçtiler. Edirne'deki Şükrü Paşa'nın üç tümenle katıldığı taarruz ise, Bulgar İkinci Ordusu ve Birinci Ordusunun bir kısım kuvvetlerine çarparak durmuştu. İki tarafın asıl kuvvetleri arasındaki gerçek savaş, dördüncü gün olan 22 Ekim 1912'de başlamıştı. Türk taarruzu başarılı olamamış, fakat serbestçe ilerleyen kendisinden üstün Bulgar kuvvetlerini durdurmuştu.
Aynı günün akşamı, yani 22 Ekimi 23 Ekime bağlayan gece bu durumun, Gevgili bölgesinde Bulgarların bir gece baskını ile Türklerin aleyhine dönebileceği hiç kimsenin aklına gelmezdi. Türk birliklerinde iyi bütünleme yapılamadığı için açlık çekildiği, iyi giydirilmemiş askerin yağmur altında ve çamur içinde uzun yürüyüşlerle yorgun düştüğü, moralinin ise pek yerinde olmadığı biliniyordu ama, böyle küçük çapta bir gece taarruzu ile cephenin sarsılabileceği hiç beklenmiyordu. Bulgar Birinci Ordusu'na bağlı 1. Tümen, 22 Ekim gecesi, iki tarafın ateş kesip savunmaya geçmesinden sonra geriden getirdiği taze kuvvetlerle bir gece taarruzuna karar vermişti. Bu baskın, bütün gün sabahtan akşama kadar süren zorlu bir savaştan sonra, hele böyle soğuk ve çamurlu bir gecede bir düşman taarruzunu aklını ucundan geçirmeyen 4. Kolorduya bağlı İzmit Redif Tümeni askerlerini şaşkına çevirmişti. Üstelik Bulgarlar, kuvvetli projektörlerle Türk mevzilerini gündüz gibi aydınlatmışlar, "Na Noce" (süngüyle) naralarıyla dalgalar halinde saldırıya geçmişlerdi. Neye uğradığını şaşıran eğitimsiz Türk askerleri paniğe kapılmıştı. Gecenin zifiri karanlığında, "Düşman geliyor", "Basıldık" yaygaraları arasında uzaktaki birlikler de ayağa kalkmıştı. O gece ve ertesi sabah şaşkınlık ve panik, bir kısım askerin karanlıktan da yararlanarak kaçmasına neden olmuştu. Ertesi gün, 23 Ekim'de Dimitriyef'in Üçüncü Ordusu'nun taarruzuna uğrayan Türk 3. Kolordusu da sarsıldı. Çünkü, bütün Bulgar kuvvetlerinin cephede bulunduğunu sanan Kolordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa, hiç beklemediği bir zamanda yan tarafından kuvvetli bir taarruza uğramıştı. Üstelik bu gelenler, Istranca dağlık ve ormanlıklarının yol vermez kesimlerini, yani hiç beklenmeyen yerleri aşıp gelmişlerdi. Doğrusu, bu tam bir baskındı. Mahmut Muhtar Paşa hem böyle büyük bir kuvvet beklemiyordu, hem de böyle bir doğrultudan beklemiyordu. O gün, 23 Ekim sabahı, doğa koşulları da, Bulgarlardan yana idi. Hava çok soğuk ve yağmurluydu. Üstelik sis de görüşü büyük ölçüde güçleştirmekteydi. Sabahın erken saatinde Batı doğrultusunda taarruz için çamurlara bata çıka ilerlemeye başlayan 3. Kolordu, tam bu sırada sağ yanından gelen General Dimitriyef'in Üçüncü Ordusu'nun taarruzuna uğradı. Öncü birlikler arasında savaşın başladığı sıralarda Afyon Redif Tümeni askerlerinin birden yüz geri ettiği görüldü. Asker paniğe kapılmış ve kaçmaya başlamıştı. Bu, 3. Kolordunun geride bulunan diğer Nizamiye tümenlerine de etki yaptı. Şimdi, Kırklareli'ne doğru düzensiz bir çekilme başlamıştı. 7. Nizamiye Tümeni'nin direnişi, bu çözülüşü durdurmaya yetmedi. Asker, hiç kimseyi dinlemiyor, arkasını düşmana dönmüş şuursuzca kaçıyordu. İki gündür düşmana doğru ilerleyen askerin, şimdi daha ilk çarpışmada paniğe kapılıp bozgun halinde kaçması, komutanları da şaşkınlık içinde bırakmıştı. Mahmut Muhtar Paşa'nın karargahında görevli Alman Binbaşı Hochwaechter, anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır:
"23 Ekim sabahı saat 07.00'de, yakından tüfek sesleri duyduk. Atlara binerek 600 metre kadar ilerlemiştik ki, koşa koşa çığlıklar atarak bize doğru gelen Redif grupları gördük. Durum hakkında bir fikir edininceye kadar birkaç dakika geçti. Sonra Mahmut Muhtar Paşa'nın kılıcını çekerek kaçan Rediflere acımasızca vurduğunu gördük. Biz de onun örneğine uyduk, tabancalarla kaçanlara ateş etmeye başladık. Böylece, o karmakarışık insan kütlesinden birkaç grup düzenlemeyi başardık. Erler kötü hava ve açlıktan perişan, bitik, kıyafetleri berbat, hemen hemen yalınayaktılar. Yeteneksiz subaylara teslim edilmiş bu talihsizler, taarruzun ilk anlarında düzensiz ve hesapsız ateşle bütün mermilerini harcayıp bitirmişlerdi. Her tarafta köyler yanıyor. Bütün cephede toplar gürlüyor. Bahtsız yaralıların durumu yürekler acısı. Hepsi ıslanmış, ya da donmuş. İleri kanatlarda hiçbir sağlık servisi yok. Yaraları yıkamak için su bile yok."
Uzun süre ordudan uzak kalmış, eğitimi unutmuş Redif (Yedek) askerlerden kurulu tümenlerin, savaşın daha ilk günlerinde birinci hatta cepheye sürülmeleri hiç de iyi olmamış, bütün ordunun bozulmasına sebep olmuşlardı. Bir gece baskınında veya üstün bir düşman taarruzu karşısında bozguna uğruyorlar ve üstelik bunu diğer kuvvetlere de bulaştırıyorlardı. Üçüncü Kolordu'daki durum, ordu komutanlığı öğleye doğru ulaştı. 4. Kolordu'da, bir gece önceki baskın nedeniyle sarsıntı sürmekteydi. 1. Kolordu'dan da iyi haberler gelmiyordu. Gerek Ordu Komutanı Abdullah Paşa'nın kolordularıyla, gerekse kolorduların birbirleriyle zamanında ve güvenli haberleşme olanakları da yoktu. Telefonlar doğru dürüst çalışmıyor, telli irtibatlar zamanında sağlanamıyor, telgraf haberleşmesi arıza yüzünden kesiksiz yapılamıyordu. Ordu karargahındaki istihbarat eksikliğine bir de bilinmezliğin, durumu tam kavrayamamanın şaşkınlığı eklenmişti. Yapılacak pek bir şey yoktu. Gerek diğer kolorduların durumu, gerekse 3. Kolordunun şimdiki çözülüşü karşısında, elindeki kuvvetleri bir imha tehlikesinden korumak için Doğu Ordusu Komutanı Abdullah Paşa, 23 Ekim günü öğleden sonra saat 13.30'da gerideki Lüleburgaz mevziine çekilme emri verdi. Halbuki şu iki günde iki taraf arasında ciddi sayılacak büyük bir çarpışma da olmamıştı. Ne Bulgar Ordusu önemli bir taarruza geçmiş, ne cephe yarılmış, ne de tehlikeli bir kuşatılma ile karşı karşıya kalınmıştı. Hatta kuvvetlerin tümü de savaşa sürülememişti. Bütün bunlara rağmen Türk Ordusunda, kendiliğinden bir çekilme ve daha da kötüsü bir dağılma ve çözülme başlamıştı.Ordunun bütün birliklerini, bir an önce kendini gerideki mevziye atmak, düşman gelmeden önce çekilebilmek telaşı sarmıştı. Trakya'nın o yağmurlu, o soğuk sonbahar gününde çamurlarla boğuşarak canını kurtarma savaşı verilmekteydi. Fakat bu "çekilme" kısa sürede "kaçmaya" dönüştü. Düzen ve emri komuta kısa zamanda kayboldu. Subayların ve komutanların otoriteyi sağlamak girişimleri sonuç vermiyor, herkes bir an önce canını düşman uzağına atmaya bakıyordu. Disiplin diye bir şey kalmamıştı. Birlikler birbirine karışmış, kimse ne yaptığını bilmez olmuştu. O karışıklıkta toplar, ağır araç ve gereçler geride bırakılıyor, paniğe kapılmış kimi asker elindeki tüfeği de atarak kaçmaya çalışıyordu. Bu yağmur ve çamur içinde düşmana terk edilen silah ve cephanenin haddi hesabı yoktu. Çekilme akşamı yanındaki birkaç kişiyle Kırklareli'ne ulaşan Alman Binbaşı Hochwaechter, o günü şu sözlerle anlatır:
"Dehşet verici bir andı. Bütün cepheden kaçanlar korkunç haykırmalarla, tasavvur edilemeyecek bir karışıklık içinde Kırklareli'ne saldırdılar. Bu kaçış, müthiş bir sağanak altında oluyordu. Osmanlı Ordusu'nun bütün yükleri, cephanesi ve yiyeceği mahvolmuştu. Toplar, arabalar batağa saplanmış. Kaçanlar atları çözüp götürmüşler. Nereye gitsek kaçaklara rastlıyoruz. Hıristiyan halk, evlerinden subaylara ateş ediyor. Gürültü ve kargaşalık anlatılır gibi değil. Kırklareli istasyonu, korkunç olaylara sahne olmuştur. Halk kaçmış, karılarını, çocuklarını, değerli eşyalarını manda veya öküz arabalarına yükleyip uzun kafileler halinde Tekirdağ'a doğru yola düşmüşler. Köyler yanıyor. Çamurlar içinde yalınayak koşan yarı çıplak çocuklar, kadınlar görüyoruz."
Binbaşı Hochwaechter Kırklareli'nden hareket eden trene zorla binebildiğini, fakat bu trenin de Babaeski'ye kadar gidebildiğini, çünkü istasyondaki demiryolu personelinin görevlerini bırakıp kaçtıklarını, trenlerin ters yönden gelerek tek hattı kullanılmaz hale soktuklarını anlatır. "Hat üzerinde kurulan depolar talan edilmiş, tek ekmek bile yok, erzak yok." diye devam eder. Olayları yerinde izleyen Fransız gazeteci Stephan Lausanne ise felaket anlarını için şunları yazmaktadır:
“Mahmut Muhtar Paşa'nın emir subayları bile artık kaçmak gerektiğine kanaat getirerek karargahı terk ettiler. Bütün resmi evrakı, dosyaları, haritaları, planları, hatta komutanlığın şifreli yazışmalarını ortada bıraktılar. Emir subaylarından biri o şaşkınlıkta götürecek şey bulamadı, Muhtar Paşa'nın bisküvi kutusunu aldı sadece. Bu trajedinin tek komik tarafı olan bu şuursuz hareket işe yaradı, çünkü sonraki üç gün Muhtar Paşa, fırtınadan kurtarılan bisküvilerden başka yiyecek bulamayacaktı.”
Kurmay heyetinin bir kısmı da telaşla istasyona koşmuştu. Bir tren hareket etmek üzereydi. Makiniste, orada mevcut subayları takviye kuvveti getirebilmeleri için, derhal Pınarhisar'a götürmesini emrettiler. Fakat istasyon şefi çıkageldi ve haykırdı: Durun, yola çıkmayın, hat üzerinde bu tarafa gelen bir tren var! Dinlemediler, istasyon şefini itip kaktılar, makinisti yola çıkmaya zorladılar. Üç kilometre ileride çarpışma meydana geldi. İki lokomotif raydan çıktı. Onları hatta yerleştirmek imkanı yoktu. Topları, mermi sandıklarını trenden indirdiler. Nereye götüreceklerini, hangi tarafa taşıyacaklarını şaşırmışlardı. Ne ileri gidebiliyor, ne de geri dönebiliyorlardı. Orada çamur içinde, hendeklerde, rasgele bıraktılar hepsini. O dehşet gecesi 15.000 kişi Babaeski'ye, Tekirdağ'a kadar kaçtı. Demiryolu boyunca cesetler bulundu daha sonra. Kaçanlar, o panik içerisinde, birbirlerini vurmuşlardı. Bir mısır ekmeğine karşılık tüfeklerini satıyorlardı. Gerçekten de bu bir çekiliş değil, emir komuta dinlemez yığınların, Doğu'ya doğru bir sürü halinde, karmakarışık ve birbirlerini çiğneyerek doludizgin kaçışıydı.
Cepheden kaçan askerlerle birlikte, Balkanlardan çekilen Türk göçmenlerinin sefaletine yakından tanık olmuş yerli Türkler de telaşla göçe koyulmuşlardı. Çamur ve yağmurda sivil-asker birbirine karışmış, bu da benzeri az görülen bu bozguna daha da acıklı bir görünüm vermişti. Bu kalabalık arasında kendisini Babaeski'de bulan Binbaşı Hochwaechter, o gün gördüklerini şöyle anlatmaktadır:
"İstasyonda korkunç bir hava esiyor. Yerli halkın hepsi kaçmış. Kadın ve çocuklar manda arabalarıyla uzun kollar halinde demiryolu boyunca ya da kestirmede Tekirdağ'a gidiyorlar. Köyleri yanmış, yersiz yurtsuz günlerce oradan oraya dolaşıyorlar. Karışıklık gittikçe artıyor, manzara tam sefalet ve perişanlık. Çocuklar yarı çıplak, kadınlar çamurda çıplak ayak."
Askerlerin ve yerli halkın doğuya doğru kaçışı, Bulgarlar tarafından geç haber alındı. Çünkü, o yağmur, çamur, sis gibi kötü hava koşullarında hem Türk Ordusunun hareketlerini net olarak göremiyorlar, hem de tarih boyunca çok iyi dövüştüklerini bildikleri dünkü yöneticilerinin daha esaslı bir savaş bile yapmadan, hem de toptan çekilebileceklerine hiç ihtimal vermiyorlardı. Tahkimli bir kent olduğunu sandıkları ve ele geçirebilmek için koca bir ordu ile zorlu, yol vermez Istranca dağlarını geçmeye katlandıkları Kırklareli'nin (Kırkkilise) savaş ilanının daha altıncı gününde, zahmetsizce ellerine geçeceğini rüyalarında görseler inanmazlardı. Çarpışmanın üçüncü günü, 24 Ekimde, hala bir Türk taarruzu olasılığını dikkate alarak bekliyordu Bulgarlar. Türk tarafında hiçbir hareket göremeyince, keşif kolları çıkarıp ileriye sürdüler. Bir Bulgar keşif kolu, hiç bir direnişe rastlamadan Kırklareli'ne kadar yürüyüp Türklerin bir gece evvel terk ettiği kentte yerli Hıristiyan halkın coşkun gösterileriyle ve kadınların sunduğu çiçeklerle karşılaştığında durum anlaşıldı. Ama Bulgar komutanlığı hala şaşkındı ve hala kuşkusunu yenememişti. ‘Eko de Paris’ gazetesi muhabiri Marki de Sigonyak, gazetesine gönderdiği haberde şunları yazıyordu:
"Bulgar askeri halden, kudretten düşmüştü. Karanlık yoğun, soğuk, müthişti. Süvari tümeni, Kırklareli-Lüleburgaz yolunu kesmek ve Lüleburgaz-Çorlu arasında bulunmak emrini almıştı. Ama düşmanı takip etmek mümkün değildi: Temas kaybolmuştu. Ateş yakılmıyordu. Ve Bulgar askeri, başarısını ancak ertesi gün anlayabildi."
Evet, bir yabancının dediği gibi "Türk piyadesinin kaçışı, Bulgar süvarisinin ilerleyişinden daha hızlı" idi. İki gün sonra, 26 Ekimden itibaren Birinci ve Üçüncü Bulgar Ordularının askerleri, yağmur altında çamurlara bata çıka Doğu yönünde ilerlemeye başladılar. Yorgun Bulgar askeri, Türklerin acele ile çekildiklerinde terk ettikleri top, silah, araç ve gereçlerle dolu yollardan ilerlerken, bir zafer kazandığının farkına varıyor, attığı her adımla biraz daha moral kazanıyordu. Karşılarında; askersiz ve halksız (kaçamayan Türk halkı birer dam altına sığınmış veya dağlara çekilmişti) bomboş bir alan vardı. Yağmur ve çamur deryasında yapılan ve nasıl yapıldığı da pek anlaşılmayan bir-iki günlük kısa çarpışmadan sonra koca Türk Ordusuna ne olmuştu böyle? Önlerindeki sessizlik, Bulgar askerlerine korku vermekteydi. İki düşman ordu, birbirini kaybetmişti. Kırklareli Savaşı haberi, dış dünyada büyük bir şaşkınlık yarattı. Avrupa başkentlerinde ilgililer kulaklarına inanamıyorlardı: Türk Ordusu bu kadar kısa zamanda bu denli büyük bir yenilgiye nasıl uğrayabilirdi? Üstelik ordu sadece yenilmemiş, panik halinde kaçmıştı. Haberler karşısında en çok şaşıran, Bulgar kamuoyu olmuştu: Acaba duydukları doğru muydu? Peş peşe gelen haberler olayı doğruladıkça halkın sevinci çılgınlığa dönüştü. İstanbul'daki hükümet ve yetkililer şaşkınlık ve acı içindeydiler. Olanlara bir türlü inanmak istemiyorlardı. Savaşın ilanının üzerinden bir hafta bile geçmeden Bulgarlar sınırları aşıp Türk ordusunu bozguna uğratmış ve İstanbul'a doğru ilerlemeye başlamışlardı! Nasıl işti bu, koca orduya böyle ne olmuştu? Paris Matin gazetesinin muhabiri Stephane Lausanne şöyle yazıyordu İstanbul'daki atmosferi:
"O akşam Dışişleri Bakanı Noradunkyan'ın evinde yemeğe davetliydim. Yüzü sapsarıydı, şaşkınlık içindeydi. Kısık bir sesle dedi ki: Tarihimizde örneği bulunmayan bir şey cereyan etti. Askerlerimiz Kırklareli'ni terk etmişler. Yenilmemişler, paniğe kapılmışlar. Sonra ekledi: Bulgar ve Rum asıllı çok asker var saflarımızda. Subaylarımızın sayısı da az. Sonra, biraz fazla gömülmüşlerdir siyasete..."
Çok geçmeden durumu öğrenen İstanbul halkı da iyice şaşırmıştı. Daha düne kadar bir eyaleti olan küçük Bulgaristan'ın küçük ordusunun koca Osmanlı ordusunu birkaç gün içinde önüne katıp kovalamasına bir türlü akıl erdirememişti. Ta ki, birkaç gün sonra akın akın İstanbul sokaklarını doldurmaya başlayan perişan Rumelili göçmenleri gözleriyle görene kadar.Ama gerçek olan Rumeli çökmüş 500 yıllık Ata yurdundan kaçan göçen muhacirler 93 harbinden sonra bir kez daha yollara düşüp Anayurtları olan Anadolu’ya doğru yollarda perişan olarak göç ediyorlardı. Osmanlının yaşadığı en büyük felaketlerden birisi olan Balkan Savaşı bu nedenle kalplerde büyük bir yara olarak kalacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder